TAPU İPTAL VE TESCİL DAVALARI


Tapu iptal ve tescil davaları eşya hukukunun en önemli ve sürecin takibinin titizlikle yürütülmesi gereken uzmanlık gerektiren davaları oluşturmaktadır. Bu alanda hangi durumlarda tapu iptal ve tescil davası açılması gerektiği hususu kanunda sınırlı olarak belirtilmemekte olup hangi nedenle bu davanın açılması hususunda genel bilgi vermekte fayda vardır.

Tapu iptal ve tescil davalarında temel olarak hukuka uygun bir sebebe dayanmayan tapu tescillerinin ortadan kaldırılması olduğu için burada sayamadığımız ancak yolsuz tescilin olduğu durumlarda da tapu iptal ve tescil davası açılabilmektedir.

  • Görevli ve Yetkili Mahkeme

Taşınmazın bulunduğu yer yetkili olup, Asliye Hukuk Mahkemesi bu dava da görevli  mahkemedir.

  • Yolsuz Tescil durumunda Tapu İptal Ve Tescil Davaları:

TMK 1024 madde hükmünce bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan veya hukuki sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur.

  • Hukuki ehliyetsizlik nedeniyle tapu iptal ve tescil davası,
  • Muris muvazaası nedeniyle tapu iptal ve tescil davası,
  • Vekalet görevinin kötüye kullanılması nedeniyle tapu iptal ve tescil davası,
  • Sahte Vekaletname Nedeniyle Tapu iptal ve Tescil Davası,
  • Önalım Hakkına Dayalı Tapu İptal ve Tescil Davaları,
  • Aile konutu nedeniyle tapu iptal ve tescil davası.
  • Hukuki Ehliyetsizlik Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası

TMK madde 9 hükmünce tapuda taşınmazın devri işlemini yapan herkesin devir anında temyiz kudretine ve fiil ehliyetine sahip olması gerekir.

Fiil ehliyetine sahip olmayan kişinin yaptığı gayrimenkul satış işlemleri ve tapuda gayrimenkul devirleri hukuka aykırı olup tapu iptal ve tescil davasına konu olmaktadır.

TMK 15. Maddece belirtildiği üzere,  temyiz kudreti olmayan kişinin geçerli bir iradesi de bulunmadığından, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamaz, temyiz kudreti olmayan kişi ile işlem yapan karşı tarafın iyiniyetli olması o işlemi geçerli kılmaz.

  • Muris Muvazaası Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası

Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davalarında çözülmesi gereken hukuki sorun miras bırakanın mirasçılardan mal kaçırma iradesiyle hareket edip etmediğinin tespitidir.Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davasında; miras bırakanın denkleştirme yapıp yapmadığı ve mal paylaşımının hakkaniyete uygun bir paylaşım olup olmadığı araştırılmaktadır.

  • Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası

Kendisine vekaleten işlem yapma yetkisi verilen vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etmek zorundadır. Vekilin hukuka aykırı bir eylem ve işlemiyle vekalet verene ait bir gayrimenkulü devraldığını bilen veya olayın özelliklerine göre bilmesi gereken “üçüncü kişi alıcı” aleyhine tapu iptal ve tescil davası açılır. Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan üçüncü kişi olan alıcı, iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar.

  • Aile Konutu Şerhi Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası

Eşlerden biri diğerinin açık rızasını almadan aile konutu olan taşınmazı üçüncü kişilere devredemez veya taşınmaz üzerinde üçüncü kişi yararına ipotek vb. gibi sınırlı ayni haklar tesis edemez.

Gayrimenkulün sahibi olmayan eş, tapu müdürlüğüne başvurarak tapu kütüğüne aile konutu şerhi verilmesini talep etmelidir. Aile konutu şerhi bulunan taşınmaz üzerinde eşin açık rızası alınmadan yapılan devir işlemi tapu iptal ve tescil davası yoluyla geçersiz hale getirilir.

  • Sahte Vekaletname ile Taşınmaz Devri ve Tapu İptali

Sahte vekaletname ile yapılan taşınmaz devirleri hukuken geçersizdir.Ancak, taşınmazı sahte vekaletname ile devralan kişi söz konusu taşınmazı üçüncü bir kişiye devrederse, TMK md. 1023 gereği üçüncü kişinin “iyiniyetli” taşınmaz iktisabı korunur. TMK md. 1024’e göre bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz.

  • Kazandırıcı Zamanaşımı ve Zilyetlik Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil davası

TMK  731/1 maddesince tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir gayrimenkulü davasız ve aralıksız olarak 20 yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, gayrimenkule ait mülkiyet hakkının kendi adına tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir. Tapu kütüğünden sahibi anlaşılamayan veya sahibi hakkında 20 yıl önce gaiplik kararı verilen gayrimenkulü, nizasız ve aralıksız 20 yıl malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, gayrimenkulün kendi adına tescilini sağlamak üzere tapu iptal ve tescil davası açabilir. Yani, malik sıfatıyla zilyet için zilyetliğin başladığı tarihten itibaren 20 yıllık bir kazandırıcı zamanaşımı süresi söz konusudur.


Hukuk Genel Kurulu         2017/1212 E.  ,  2021/304 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:

4. Davacı vekili 03.08.2011 tarihli dava dilekçesinde; İstanbul İli, Bakırköy İlçesi, 198 ada 10 parsel sayılı ana taşınmazdaki 3 ve 6 numaralı bağımsız bölümlerin müvekkili tarafından gerçek iradesine aykırı olarak, tehdit ve korkutma sonucunda zorla oğlu…’e devredildiğini, …’in tek erkek evlat olup anne ve babasının yaşlılığından istifade ederek, gerek dava konusu taşınmazları gerekse Üsküdar’da anne adına kayıtlı olan taşınmazları tapuda satış göstererek üzerine aldığını, psikolojik sorunları olan ve tedavi gören…’in defalarca anne ve babasını dövdüğünü, taşınmazları devretmemeleri halinde her ikisini de öldürmekle tehdit ettiğini, ikrahın ancak…’in 31.10.2010 tarihinde ölümü ile ortadan kalktığını, taşınmazların ise kızı olan davalıya intikal ettiğini ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılmadığını, müteveffa…’in davacı ile baba oğul olmasına karşın her bir bağımsız bölüm için 6.000,00TL ödeyerek taşınmazları satın aldığını, davacının hiçbir baskı altında kalmadan hür iradesi ile işlemi gerçekleştirip tapu müdürü önünde bedeli aldığını beyan ettiğini, devir tarihinde yaşlı olmayıp hukuki işlem ehliyetine sahip olduğunu, kırkbeş yıl boyunca oğlu ile birlikte yaşadığını, …’in anne ve babasını tehdit ettiği ve dövdüğü iddiasının doğru olmadığını, aksine sürekli olarak onları koruyup kolladığını, Almanya’da üniversite okuduğunu ve maddi durumunun son derece iyi olduğunu, tapudaki işlem tarihinden itibaren üç yıl geçmesine karşın davacının herhangi bir suç duyurusunda bulunmadığını, Almanya’da şikayetçi olarak oğlunun kendisine yaklaşmasına çok kolay bir şekilde engel olabileceği hâlde bunu yapmadığını, Üsküdar’da bulunan işyeri için de devir tarihi üzerinden onbeş yıl geçmesine karşın Üsküdar 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/254 E. sayılı dosyasında dava açıldığını, esasen taşınmazlar oğlu adına kayıtlı iken bir sakınca görmeyen davacının taşınmazların miras yoluyla torununa kalmasını hazmedemediğini ve tamamen kötü niyetli olarak dava açtığını, …’in ölümünden sonra gelini ve torununu döverek evden attığını, oysa ki müteveffa oğlunun Türkiye’deki tüm işlerini aldığı vekâletname ile davacının yürüttüğünü, ikrahın şartlarının gerçekleşmediğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.10.2013 tarihli ve 2011/383 E., 2013/413 K. sayılı kararı ile; toplanan tüm delillere göre davacının oğlu olan… ile birlikte Almanya’da yaşadığı, …’in uyuşturucu madde kullandığı, tedavi gördüğü ve çalışmadığı, sürekli olarak anne ve babasını öldürmekle tehdit ederek mallarını istediği, davacının tehdit ve korku nedeniyle dava konusu taşınmazları oğluna karşılıksız olarak tapuda devrettiği, …’in 31.10.2010 tarihinde vefat ettiği, bu tarihe kadar tehdit ve baskıların sürmesi nedeniyle ancak ölümünden sonra davacı babanın bu davayı açtığı ve bir yıllık hak düşürücü sürenin dolmadığı, taşınmazların keşifte belirlenen gerçek değerinin de tapuda gösterilen bedelden çok yüksek olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili süresi içerisinde temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 02.03.2015 tarihli ve 2014/3673 E., 2015/3079 K. sayılı kararı ile;
“…Somut olaya gelince, çekişmeli taşınmazların temlik edildiği … davacının ve eşinin tek erkek evladı olup, gerçekten de psikolojik rahatsızlıklarının bulunduğu, …’nin anne-babası kardeşleri ve birlikte yaşadığı kadın ve ondan olma çocuğu davalı ile Almanya’da aynı evde oturdukları bilahare ayrı evlere taşındıkları, tarafsız tanıkların …’nin kibar birisi olup, anne babaya saygısızlık yapacak kişilikte olmadığını bildirdikleri, buna karşılık davacının kızlarının ise yine tanık olarak dinlendikleri ve taşınmazların ikrah suretiyle …’ye devredildiğini ifade ettikleri, …’nin ölümünden sonra davacı ve eşinin torunları davalı ile görüşmek istedikleri ancak davalının bunu kabul etmediği gerekçe olarak da davacının annesini dövmesi olarak gösterdiği; davacının eşi Parlak tarafından da …’ye 1996 yılında iki adet bağımsız bölüm temlik edildiği, yine ikrah hukuksal nedenine dayalı olarak anne tarafından da eldeki dava ile aynı tarihte iptal tescil davası açıldığı ve derdest olduğu toplanan deliller ve tüm dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Taraflar Almanya’da yaşamakta olup, davacının ikraha maruz kalması halinde yetkili mercilere başvurduğunda gereğinin yapılacağı kuşkusuzdur.
Ne var ki; davacı böyle bir başvuru yapmamıştır. Esaslı korkuya maruz kalan, hatta korkutularak taşınmazları elinden alınan kişinin hiçbir makama başvuru yapmaması hayatın olağan akışına terstir. Kaldı ki, anne de ikraha maruz kaldığını iddia etmişse de, temlikten itibaren …’nin ölümüne kadar 14 yıl geçmiş olup, bu süre zarfında sürekli tehdit altında yaşanması hiçbir mantıkla izah edilemez. Her ne kadar davacının kızları ikrah suretiyle temlikin yapıldığını bildirmişlerse de kızlar bu davanın kabulü halinde çıkarı olan kişiler olduklarından onların beyanlarına değil de tarafsız tanıkların beyanlarına itibar edilmesi gerektiği açıktır.
Tüm bu açıklamalar ışığında temlikin iradi olduğu, ikrahın koşullarının gerçekleşmediği anne ve babanın taşınmazlarını tek erkek evlatlarına maletmek istedikleri ancak onun ölümü üzerine taşınmazların evlilik dışı toruna kalması üzerine eldeki davanın açıldığı sonucuna varılmaktadır.
Hal böyle olunca davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir,…” gerekçesi ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Direnme Kararı:
9. Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.02.2016 tarihli ve 2015/492 E., 2016/46 K. sayılı kararı ile; davacının oğlu…’in uyuşturucu madde kullandığı, sinirli ve saldırgan bir yapıya sahip olduğu, birçok kez anne, baba ve kardeşlerine küfür ve tehditler savurduğu, onlara karşı şiddet uyguladığı, yine çok kez anne ve babasını odalarına hapsettiği, kesici ve delici aletlerle tehdit ettiği, uyuşturucu madde bağımlılığı nedeniyle uzun yıllar psikolojik tedavi gördüğü, bir işte çalışmadığı, anne ve babasının gelirine el koyarak yaşamını sürdürdüğü, bu kişilik yapısından kaynaklanan saldırgan ve tehlikeli davranışları nedeniyle anne, baba ve kardeşlerinin ondan çok korktukları ve davacının kendisine, eşine veya çocuklarına bir zarar verir korkusu ile dava konusu taşınmazları oğluna devretmek zorunda kaldığı, buna göre ikrahın şartlarının oluştuğu, oğlu sağ iken ondan korkan davacının yetkili makamlara başvurmasının beklenemeyeceği, …’in ölümü ile korkunun etkisinin ortadan kalktığı ve bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde dava açıldığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre davaya konu taşınmazların korkutmanın (ikrahın) etkisi ile temlik edilip edilmediği, varılacak sonuca göre davanın reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Bilindiği üzere, özel hukukta kişilerin irade özgürlüğüne sahip oldukları ve ancak kendi özgür iradeleriyle hak sahibi olup, borç altına girecekleri temel bir ilke olarak benimsemiştir. Bu temel ilkenin doğal sonucu olarak da borçlar hukuku alanında sözleşme özgürlüğü ilkesi esastır. Bu ilke sayesinde kişiler özel borç ilişkilerini, hukuk düzeninin sınırları içerisinde yapacakları sözleşmelerle özgürce düzenleme olanağı bulmaktadır. Bu bağlamda kişilerin işlem (sözleşme) iradelerinin sağlıklı olması ve gerçek iradelerini yansıtması büyük bir önem taşımaktadır.
13. Hukuki işlem, hukuk düzenince bizzat belirlenen şart ve sınırlar içinde, kişinin arzu ettiği amaçlara uygun hukuki sonuçlar doğuracağını kabul ettiği irade beyanıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere irade açıklaması, bir hukuki işlemin temel kurucu unsurudur. Bu nedenle hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun bir hukuki sonuç doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. Ancak çeşitli nedenlerle kişinin işlem iradesi oluşum ya da açıklama aşamasında sakatlanabilir. Bu sakatlık, iradenin özgür bir biçimde oluşmadığını veya gerçek iradeye uygun şekilde açıklanmadığını gösterir.
14. Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392).
15. İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.
16. Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük (butlan) hâli değildir. Mülga BK’nın 23 ve devamı maddelerinde “…ilzam olunamaz.” (BK.23), “…o akit ile ilzam olunmaz.” (BK.28), “…kendi hakkında lüzum ifade etmez” (BK.29/I), TBK’nda ise “… bağlı olmaz.” (TBK.30), “…sözleşmeyle bağlı değildir.” (TBK.36 ve 37/1) şeklindeki ibareler kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülmüş ve bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanımıştır. Ancak karşı taraf sözleşme ile bağlı olup, irade bozukluğu hâllerinin yaptırımı tek taraflı bağlamazlıktır. Görüleceği gibi irade bozukluğu hâlleri, tüm hukuki işlemler yönünden oldukça önem taşımakta ve koşulları oluştuğu takdirde yapılan işlemin iptal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
17. Kanunlarımızda iradeyi bozan sebepler üç durum olarak hüküm altına alınmış olup, yanılma (hata), aldatma (hile) ve korkutma (ikrah) gerçekleşme biçimleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Ayrıca irade bozukluğu sadece sözleşmelere özgü bir sakatlık hâli olmayıp, tek taraflı hukuki işlemler için de geçerlidir.
18. Korkutma (ikrah); bir kişinin yapmak istemediği bir hukuki işlemi, yapmadığı takdirde kendisinin veya yakınlarından birinin zarara uğratılacağı tehdidiyle yapması hâlinde ortaya çıkar. Böyle bir durumda kişinin gerçek iradesi ile korkutma sonucunda açıkladığı iradesi birbiriyle uyumlu değildir. Korkutma hâlinde bozukluk iradenin beyanında değil, iradenin oluşumundadır.
19. TBK’nın 37/1. (BK m. 29/1.) maddesine göre taraflardan biri, diğerinin veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir sözleşme yapmışsa, sözleşmeyle bağlı değildir. Ancak bir sözleşmenin korkutma ile sakatlanabilmesi, diğer bir anlatımla korkutmanın hukuken dikkate alınabilmesi için bazı şartların varlığı aranır.
20. Bu şartlar, somut olayda iptal istemine konu temlikin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın “İkrahın şartları” başlığını taşıyan 30. maddesinde;
“İkrah olunan taraf, hal ve mevkiine nazaran kendisinin yahut yakın akrabasından birinin hayat veya şahıs veya namus yahut malları ağır ve derhal vukubulacak bir tehlikeye maruz olduğuna kanaat getirdiği takdirde ikrah, muteber addolunur.
Bir hakkın veya kanuni salahiyetin isteneceği ve kullanılacağı tehdidi ile müzayakaya düçar olan kimsenin yaptığı akit, tehdit eden için fahiş menfaatler temin etmiyorsa; bu tehdit, ikrahı muteber addolunmaz. Fakat fahiş menfaatler istihsali için tehdit olunan tarafın müzayaka halinde bulunmasından istifade olunmuş olursa bu korku nazara alınır” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
21. Bu maddeye göre öncelikle diğer tarafın belirli bir hukuki işlemi yapması için onu korkutmaya yönelik bir eylemin bulunması ve bu eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Bu eylem, korkutulan kişinin irade ve kararına etki etme amacıyla gerçekleştirilmelidir. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı tehdidi ile (dava açılacağı, icra takibi yapılacağı, şikayet hakkının kullanılacağı gibi) sözleşme yapıldığında ise bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir. Bu hükümle kişilerin hak ve yetkilerini kanunun öngördüğü amaç ve sınırın dışına çıkarak, bir sözleşmenin yapılmasında tehdit unsuru olarak kötüye kullanılması engellenmek istenmiştir.
22. İkinci olarak eylemin karşı tarafta esaslı bir korku uyandırmış olması, yani karşı tarafın kendisine veya yakınlarına yönelmiş ağır bir tehlike söz konusu olmalıdır. Bu tehlike, onların hayat ya da kişilik haklarına yönelik olabileceği gibi namus yahut mal varlığına yönelik de olabilir. Belirtilmelidir ki tehdidin yöneldiği hayat, kişilik hakları, namus gibi olgular Kanun’da sınırlayıcı olarak sayılmamıştır. Yine tehdit karşı tarafın kendisine ya da yakın akrabalarından birine yönelmiş olabilir. Ancak “yakın akraba” deyiminden kişinin sadece kan bağı ile bağlı olduğu akrabaları değil, kendilerine bağlı olduğu yakın çevresini oluşturan kişiler anlaşılmalıdır. Nitekim 6098 sayılı TBK’nın 38. maddesinde “yakın akraba” ibaresi yerine, “yakınlarından biri” ibaresi kullanılmıştır. Tehdidin esaslı olup olmadığı ise korkutulan kişinin hâl ve mevkiine yani tehdide maruz kalan kişinin sübjektif durumuna (kadın veya erkek oluşu, yaşı, kültürü, yetişme tarzı, mesleği, eğitim ve ekonomik durumu vb.) göre belirlenmelidir. Bu belirlemenin her somut olayın kendi özelliklerine göre yapılacağı kuşkusuzdur. Tüm bu açıklamalar karşısında her türlü tehdit eyleminin değil de ancak Kanun’un aradığı ağırlıktaki korkutmanın karşı tarafın karar verme serbestisini ortadan kaldırarak iradeyi sakatlayacağı açıktır. Bunun için de kişinin yapılan korkutma eylemi sonucunda kendisi veya yakınlarından birinin zarara uğrayacağı endişesini ciddi olarak taşıması gerekir.
23. Üçüncü şart ise tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Diğer bir anlatımla tehlike yakın olmalıdır. Kanun, tehlikenin hem ağır hem de yakın olmasını aramaktadır. Bu hükümden her tehdidin değil de sadece “ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlike” oluşturan eylemlerin iptal nedeni oluşturacağı sonucu çıkmaktadır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcut ise yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Korkutmanın açıklanan bu koşulları 6098 sayılı TBK’nın 38/1. maddesinde; “Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır” şeklinde ifade edilmiştir.
24. Son şart ise korkutma eylemi ile yapılan sözleşme arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının bulunması için de korkutmanın, korkutulan kişinin işlem yapma iradesi üzerinde doğrudan etki etmesi ve hukuki işlem ya da sözleşmenin ikrahın etkisiyle yapılmış olması gerekir. Sebep sonuç bağının varlığını kabul için korkutma konusu tehlikenin gerçekleşme ihtimalinin sözleşmenin kurulduğu anda mevcut olup, devam etmesi gerekir.
25. Korkutma (ikrah) ile beden üzerinde fiziki kuvvet kullanmanın (zorlamanın) farklı şeyler olduğunu da belirtmek gerekir. Zorlama maddi ve manevi olabilir. TBK’nın 37 ile 38. maddelerinde düzenlenen korkutma manevi zorlama durumunda söz konusu olur. Korkutma, korkutulanın zihince istenilen şekilde karar vermeye zorlayıp yönelten bir eylemdir. Kişinin bedeni üzerinde kullanılan kuvvet (maddi zor) hâlinde ise kişinin hiçbir şekilde sözleşme yapma iradesi bulunmadığından sözleşmenin kurulduğundan söz edilemez.
26. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu; 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” şeklinde düzenlendiği gibi usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” şeklinde hüküm altına alınmıştır. Bu hükümler uyarınca ispat yükü, korkutma (ikrah) nedeniyle iradesinin sakatlandığını ileri süren davacı tarafa aittir. Davacının ikrahın varlığını yukarıda açıklanan koşullar kapsamında ispat etmesi gerekir.
27. Ayrıca, hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, HMK’nın 203/1-ç maddesinde senede karşı senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi TMK’nın “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, korkutma (ikrah) olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.
28. Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; İstanbul İli, Bakırköy İlçesi, Osmaniye Mahallesi, 10 parsel sayılı taşınmazda davacı adına kayıtlı 5 ve 6 numaralı bağımsız bölümler 05.05.2008 tarihinde toplam 12.000YTL bedelle davacı ve eşinin tek erkek evladı olan…’e satış suretiyle temlik edilmiş olup, … uzun yıllar boyunca anne ve babası ile birlikte Almanya’da yaşadıktan sonra 31.10.2010 tarihinde vefat etmiştir. Davacı baba taşınmazları psikolojik sorunlar yaşayan oğlunun tehdit ve korkutması nedeniyle devretmek zorunda kaldığını ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
29. Gerçekten de Almanya’da psikiyatri doktorları tarafından düzenlenen rapora göre…’in bir takım psikolojik rahatsızlıklarının bulunduğu, davacı tanık beyanlarına göre de uyuşturucu kullandığı, sinirli yapıda olup anne ve babasına hakaret ve küfürler ettiği, zaman zaman da hastane ve klinikte yatarak tedavi gördüğü anlaşılmakta ise de davacı tanık beyanlarının ikrahın gerçekleştiğini kabul etmek için yeterli olduğunu söyleme olanağı bulunmamaktadır. Çünkü yukarıda açıklandığı gibi ikrahın şartlarından biri de tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcutken yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Bu nedenle Almanya’da yaşayan ve Türkiye’ye de gelip giden davacının ciddi bir ikraha maruz kalması hâlinde yetkili mercilere başvurup tehlikeyi önleme imkânına sahip olduğu açıktır. Oysa ki taşınmazların devrinden sonra oğlunun öldüğü tarihe kadar aradan üç yıla yakın süre geçmiş olmasına karşın sürekli tehdit atında kaldığını ileri süren davacı böyle bir başvuruda bulunmamıştır. Esaslı korkuya maruz kalan, hatta korkutularak taşınmazları elinden alınan kişinin hiçbir makama başvuru yapmaması hayatın olağan akışına uygun değildir. Dava dışı anne de Üsküdar’da bulunan iki adet bağımsız bölümünü 1996 yılında oğlu…’e devretmiş, devrettiği bu taşınmazlar hakkında eldeki davada olduğu gibi ikrah hukuksal nedenine dayalı olarak aynı tarihte tapu iptali ve tescil isteği ile dava açmıştır. Aradan ondört yıl geçtikten sonra baba ile aynı şekilde süregelen bir ikraha maruz kaldığını iddia ederek dava açmış ise de iddianın kanıtlanamadığı ve hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle dava reddedilmiş ve temyiz incelemesinden geçen ret kararı onanmak suretiyle kesinleşmiştir.
30. Tüm bu hususlar karşısında oğlunun psikolojik durumu, sinirli karakteri ve geçmişte yaşanan bir takım olaylar nedeniyle davacının korku duyması mümkün olmakla birlikte bu korkunun iradeyi bozacak nitelikte ağır ve derhal meydana gelecek bir tehlikeye ilişkin olduğu söylenemez. Dolayısıyla ikrahın şartları gerçekleşmemiş olup, mahkemece davanın reddine karar verilmelidir.
31. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, dosyada mevcut doktor raporlarına göre şizoid, paranoid kişilik bozukluğu bulunan…’in uzun yıllar boyunca tedavi gördüğü, dinlenen davacı tanıklarının da…’in sinirli ve saldırgan bir yapıya sahip olduğunu, ayrıca uyuşturucu madde bağımlısı olup müteaddit defalar herkesin yanında anne baba ve kardeşlerine küfür ve tehditler savurduğu, yine anne babası ile kardeşlerine karşı şiddet uyguladığı, zaman zaman kesici delici aletlerle onları tehdit edip odalarına kapattığı ve uzun süre dışarı çıkmalarına izin vermediği, hiç bir işte çalışmadığı, geliri bulunmadığından anne ve babasının gelirlerine el koyarak yaşamını sürdürdüğü, bu kişilik yapısı nedeniyle anne ve babasının ondan çok korktukları, kendileri ile diğer çocuklarına bir zarar vereceği korkusu ile yaşamlarını sürdükleri, bunlar dışında davacı babanın 1930 doğumlu olup temlik tarihinde 78 yaşında olduğu, resmî akde göre dava konusu bağımsız bölümlerin toplam 12.000YTL bedelle devredildiği, davalının da cevap dilekçesinde bu miktarın ödenerek taşınmazların satın alındığını savunduğu, oysa ki bu miktarın taşınmazların gerçek değerinin yaklaşık yirmide biri kadar olduğu, çalışmayan ve geliri olmayan…’in de İstanbul’da iki ayrı bağımsız bölümü satın alacak maddi gücünün bulunmadığı, davacının yaşı ve tüm bu olaylar silsilesi bir arada değerlendirildiğinde somut olayda taşınmazların ikrahın etkisi ile devredildiğinin sabit olduğu, bu nedenle mahkemece davanın kabul edilmesinin usul ve yasa hükümlerine uygun olup, onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
32. Hâl böyle olunca; mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
33. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.03.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2017/682 E.  ,  2021/255 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay (kapatılan) 13. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili; müvekkilinin müşterek (paylı) mülkiyete konu 1342 parsel sayılı taşınmazda davalıya ait payı 15.07.2007 tarihli sözleşme ile 35.000,00TL bedel karşılığında satın aldığını, tapu devri gerçekleştikten sonra diğer paydaşın ön alım hakkına dayalı açtığı tapu iptali ve tescil davasını kazanması sonucu taşınmazın mülkiyetini kaybettiğini, davalının doğan zarardan sorumlu olduğunu, bu sebeple satış bedeli olan 35.000,00TL’nin iadesi yönünde takip başlattıklarını, davalının takibe haksız şekilde itiraz ettiğini, itirazın kaldırılması taleplerinin icra mahkemesince alacağın yargılamayı gerektirdiğinden bahisle reddedildiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 1.000,00TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş, bozma sonrası ıslahla talebini 34.900,00TL’ye yükseltmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; alacak iddiasının haksız ve yersiz olduğunu, davacının faiz karşılığı borç para vermekle uğraştığını, müvekkilinin zorda kalarak davacıya birtakım bedeller ödediğini ve tapu devrini gerçekleştirdiğini, tapu kayıtları incelendiğinde devrin bedelsiz yapıldığının anlaşılacağını, sulh hukuk mahkemesinde görülen tapu iptal davasında zaten davacıya bedel ve masrafların ödendiğini, zorla imzalatılan ön sözleşmeye dayanılarak hak iddia edilmesinin haksız olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
6. Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.01.2014 tarihli ve 2013/107 E., 2014/28 K. sayılı kararı ile; taraflar arasındaki 15.07.2008 tarihli harici satış sözleşmesinde davalı …’in 1342 sayılı parseldeki payını 35.000,00TL bedelle …’e sattığını, aynı tarihte tapuda yapılan resmî akitte 100,00TL bedelle payı devredildiğini ancak dava dışı paydaşın açtığı ön alım davası sonucu taşınmazın tapu kaydı iptal edildiğinden davalının sebepsiz zenginleştiğinin iddia edildiği, davalının adi sözleşmeden sonra sözleşmede belirtilen edimini yerine getirdiği ve taşınmazı 100,00TL bedel gösterilerek davacıya devrettiği, ön alım davasında tapudaki satış bedeli ve harç ve masraf toplamı 148,60TL mahkeme veznesine depo ettirilerek kabul kararı verildiği, davacının satış bedelinin 100,00TL gösterildiği resmî satış işleminin tarafı olup kendi muvazaasına dayanamayacağı, aksi düşüncenin dürüstlük ilkesiyle bağdaşmayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay (kapatılan) 13. Hukuk Dairesinin 21.01.2016 tarihli ve 2015/38078 E., 2016/1141 K. sayılı kararı ile; “…Borçlar Kanunu m. 237, Medeni Kanun m. 706/1, Tapu Kanunu m. 26 ve Noterlik Kanunu m. 60/3,89. maddelerindeki açık düzenlemeler ile taşınmaz satışının geçerli olması sözleşmenin resmi şekilde yapılması şartına bağlanmıştır. Bu mevzuat hükümleri gereğince kural olarak tapulu taşınmazlara ilişkin harici satış sözleşmeleri geçerli olmayacaktır. Ne var ki, harici sözleşmeye ek olarak resmi devrin gerçekleşmesi halinde sözleşmenin de artık geçerlilik kazanacağı yerleşik Yargıtay uygulamaları ile sabittir. Somut olayda davacı tapudan devrin yanı sıra davalı ile aralarındaki 15.7.2008 tarihli adi yazılı sözleşmeye de dayanmış olup, bu belgede davalının davaya konu taşınmaz üzerindeki miras hissesini 35.000,00TL bedelle sattığı açıkça yazılıdır. Ülkemizde resmi devirlerde sıklıkla gerçek satış bedelinin gösterilmediği de dikkate alındığında, mahkemenin davacının yalnızca resmi akitte yazılı 100,00 TL bedeli isteyebileceği, kendi muvazaasına dayanarak fazlasını isteyemeyeceği yönündeki kabulünde isabet bulunmamaktadır. Davalı resmi devir ile geçerli hale gelen harici sözleşmede belirlenen 35.000,00TL satış bedeli ile bağlı olup, bu bedelin ödenmediğini yasal kesin delillerle ispatla mükelleftir. Davalı yan, bu yönde yazılı delil sunmadığı gibi yemin deliline de dayanmadığından savunmasını ispat edememiştir. Geçerli sözleşmelerde ifanın imkansız hale gelmesi durumunda sözleşmenin tarafları ifanın imkansız hale geldiği tarihteki rayici isteyebilecekler ise de davacının talebi yalnızca ödenen bedelin sebepsiz zenginleşme hükümleri çerçevesinde ve fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak kısmen iadesine ilişkin olup, bu halde mahkemece önalım davasında davacı adına depo edilen 100,00 TL lik resmi satış bedelinin sözleşmede kararlaştır(ı)lan bedelden mahsubu ile 34.900,00 TL yönünden davacının iddiasının yerinde olduğunun tespit edilmesi ve yine taleple bağlı kalınarak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup hükmün bozulmasını gerektirir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Mahkemece 10.05.2016 tarihli ve 2016/179 E., 2016/209 K. sayılı kararı ile; ilk karar gerekçeleri tekrar edilmek ve zapta karşı tekeffül hükümleri açıklanmak suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön alım hakkının kullanılması nedeniyle taşınmaz mülkiyetini kaybeden davacının, harici satış sözleşmesi çerçevesinde ödediğini ileri sürdüğü bedelin taşınmazın tapudaki değerinden fazla olan kısmını satıcı davalıdan isteyip isteyemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle direnme kararında bahsi geçen zapta karşı tekeffül kavramının açıklanması ve ilgili yasal düzenlemelere değinilmesi yerinde olacaktır.
13. Zapta karşı tekeffül, satılan malın üçüncü bir kişinin iddia ettiği üstün bir hak yüzünden alıcının elinden alınmasından veya iddia olunan bu hak sebebiyle alıcının mülkiyet hakkını gereği gibi kullanamamasından dolayı satıcının sorumlu olmasıdır. Bu sorumluluk, satıcının mülkiyeti nakil borcunun bir sonucu ve müeyyidesidir.
14. Konunun düzenlendiği ve eldeki uyuşmazlıkta uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu’un (BK) 189. ve devam eden maddelere göre; satıcının zapta karşı tekeffül borcundan dolayı sorumlu tutulabilmesi için; satılan malın alıcıya teslim edilmiş olması, üçüncü kişinin satılan şey üzerinde zaptı sağlayacak bir hakkının satım sözleşmesinin kurulmasından önce kazanılmış ve sözleşmenin yapılması sırasında da mevcut bulunması şarttır. Bunun yanında üçüncü kişinin üstün hakkının varlığı, alıcı tarafından akdin kurulması sırasında biliniyorsa, ayrıca tekeffül taahhüdünde bulunmuş olmadıkça satıcının sorumluluğuna gidilemez.
15. Somut olayda davacı, üçüncü kişinin ön alım hakkını kullanması nedeniyle zarara uğradığını ileri sürmüşse de satışa konu taşınmazın paylı mülkiyete konu olduğunu ve diğer paydaşların ön alım hakkı nedeniyle payın elinden alınma ihtimalinin varlığını başından beri bilmektedir. Davalı satıcının tekeffüle ilişkin açık bir taahhüdünün de bulunmadığı gözetildiğinde uyuşmazlığın zapta karşı tekeffüle ilişkin hükümler çerçevesinde çözülemeyeceği açıktır.
16. Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlıkta asıl çözümlenmesi gereken husus ön alım hakkının kullanılması sonucu iptale konu olan taşınmaz satımında, tapuda satış bedeli olarak gösterilen bedelin, taraflar arasındaki harici sözleşmede kararlaştırılıp fiilen ödenen bedelden düşük olması durumunda alıcının; satıcıya ödediği ancak tapuda bildirmediği fark bedelden kaynaklanan zararına, satıcının neden olup olmadığı ve dolayısıyla da bu bedelin satıcı yönünden sebepsiz zenginleşme teşkil edip etmeyeceği; sonuçta da davacı alıcının bu hukuksal nedene dayanarak alacağının tahsilini isteme olanağı bulunup bulunmadığıdır.
17. Gelinen aşamada, davacının uğradığını iddia ettiği zararın kaynağının tespiti gerekir.
18. Dosyada bulunan ve imzası inkâr edilmeyen harici satış sözleşmesi kapsamına göre taşınmazın satış bedeli taraflarca 35.000,00TL olarak kararlaştırılmış ancak resmî satış sözleşmesinde bedel 100,00TL gösterilmiştir.
19. Alıcının satıcıya harici sözleşmede yazılı değer üzerinden ödemede bulunduğunun sabit kabul edilmesi hâlinde dahi, sözleşme ile yüklendiği devir ve teslim borcunu ifa eden satıcının, alıcının bunun karşılığında ödediği satış bedelini geçerli ve hukuksal bir nedene dayalı olarak tahsil etmesi, sebepsiz zenginleşme olarak kabul edilemeyecektir. Zira sebepsiz zenginleşmeden bahsedilebilmesi için kişinin haklı bir neden olmaksızın başkasının zararına mal edinmesi gereklidir (BK m.61).
20. Somut olayımızda; davalının zararı, harici sözleşme gereğince kararlaştırılan satış bedelinin ödenmesinden değil, tapudaki satış ve resmî senedin düzenlenmesi sırasında tapu masraflarından kaçınmaya yönelik eksik satış bedelinin bildirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir anlatımla davalı sebepsiz zenginleşmemiş ve fakat davacı alıcı ön alım davası sonrası taşınmaz mülkiyetini gerçek bedeli geri alamadan kaybederek fakirleşmiştir. Bu fakirleşmenin sebebi ise vergi ve masrafları daha az ödemek gibi birtakım gayelerle, haksız çıkar elde etmek amacıyla resmî belgenin düzenlenmesinde gerçeğe aykırı beyanda bulunulmasıdır. Davacının, bu eyleminden dolayı yani kendi kusuru ile zarar gördüğü açıktır. Hukukun temel ilkelerine göre hiç kimse kendi kusurundan kendisi lehine sonuç çıkaramayacağından davacı, sebep olduğu zarara katlanmak zorundadır.
21. Nitekim 11.05.2011 tarihli, 2011/13-173 E., 2011/291 K. sayılı kararıyla Hukuk Genel Kurulu, benzer bir uyuşmazlıkta satıcının menfi tespit talebini yerinde görmüş; zarara, Devlet aleyhine satış bedelini muvazaalı şekilde düşük gösteren alıcının sebep olduğuna ve bu sebeple davacı satıcının sorumluluğuna gidilemeyeceğine hükmetmiştir.
22. Hâl böyle olunca Yerel Mahkemece davanın reddine karar verilmesi sonuç itibariyle haklı ve yerindedir.
23. Bu nedenle direnme hükmünün onanması gerekmiştir.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA,
Gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına,
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.03.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2018/435 E.  ,  2021/253 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Eskişehir 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacılar İstemi:
4. Davacılar vekili; müvekkillerinin kök murisi…’ın 21.12.1991 tarihinde vefat ettiğini, ölümünden bir gün önce ise dava konusu taşınmazı torunu olan davalı …’a satış suretiyle devrettiğini, gribe yakalanan murisin ömrünün son günlerini yaşadığını düşünerek taşınmazı oğlu … …’a devretmek istediğini ancak oğlunun isteği üzerine hasta yatağında iken torununa temlikte bulunduğunu, borcu bulunmayan ve satıştan gelecek paraya ihtiyacı olmayan mirasbırakanın bu devri mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla yaptığını, davalının da herhangi bir taşınmaz satın alacak maddi durumunun olmadığını, kaldı ki aynı gün para alış verişi de yapılmadığını, satıştan bir gün sonra ölen murisin terekesinden para çıkmadığını, tüm bunların yapılan devrin gerçekte bağış olduğunu gösterdiğini ileri sürerek, davacıların miras payları oranında tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde ise mahfuz hisseleri oranında tasarrufun tenkisine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; taşınmazın devrinden sonra yirmi yıla yakın süre geçmesine rağmen davacıların herhangi bir talepte bulunmadıklarını, iddia edildiği gibi murisin oğlu … …’a bir teklifte bulunmadığını, davalının 1977 yılından beri dedesine bakması ve her türlü ihtiyacını karşılaması nedeniyle taşınmazı temlik ettiğini, ayrıca davalının bu devir nedeniyle Türk Ticaret Bankasına bir miktar para yatırdığını ve paranın tüm mirasçılar adına … tarafından çekildiğini, yine murisin devir işlemini hasta yatağında değil tapuya giderek bizzat yaptığını, ölümün de ani bir kalp krizi sonucunda vuku bulduğunu, hastalıktan istifade edilerek alınan bir ferağ bulunmadığını, 135 m2 büyüklüğünde ve üzerinde kerpiç bir ev bulunan taşınmazın 1991 yılındaki değerinin oldukça düşük olduğunu, davalının o yıllarda kadrolu futbol antrenörlüğü yaptığını ve bankaya cüzi bir miktar para yatırdığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Eskişehir 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.09.2013 tarihli ve 2012/37 E., 2013/463 K. sayılı kararı ile; murisin ölmeden bir gün önce taşınmazı torunu olan davalıya devrettiği, davacı tanıklarının yapılan satış işleminin muvazaalı olduğunu ve gerçekte mirasbırakan…’ın bu satıştan para almadığını beyan ettikleri, davalı tanıklarının ise farklı beyanda bulunarak satışın gerçek olduğunu belirttikleri, ancak satışın yapılmasından bir gün sonra murisin ölmesine karşın davalı tanığı …’ın murisin evi sattıktan sonra aldığı para ile bir kısım tadilatlar yaptırdığını, kalan parayı da bankaya yatırdığını beyan ettiği, bu beyanın samimi ve inandırıcı görülmediği, ömrünün son anlarına gelen bir kişinin bu şartlar altında evini satmasının da hayatın olağan akışına uygun olmadığı, bir gün sonra ölümün gerçekleştiği dikkate alındığında satış işleminin çok acele yapıldığı ve maksadın gerçek satış olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 06.04.2015 tarihli ve 2014/3310 E., 2015/4847 K. sayılı kararı ile;
“…Türk Medeni Kanununun 6. maddesinde düzenlendiği üzere “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.”Yine 6100 sayılı HMK’nın 190/1 maddesi gereğince “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.”
Somut olaya yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca bakıldığında; mirasbırakanın mirasçılardan hiçbirisiyle probleminin olmadığı, dolayısıyla temliki mal kaçırmak amacıyla yaptığı iddiasının kanıtlanamadığı anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca, davacıların temlikin muvazaalı olduğu iddiasını ispatlayamadıkları gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi isabetsizdir…” gerekçesi ile yerel mahkeme kararı bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Eskişehir 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.05.2016 tarihli ve 2016/4 E., 2016/161 K. sayılı kararı ile ilk hükümdeki gerekçeler tekrar edilerek; murisin ölmeden bir gün önce taşınmaz satmasının satışın makul ve normal olmadığına karine oluşturduğu, uzun zamandır malını satmayan murisin hasta hali ile işlem yapmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu, satıştan elde edilen paranın kime verildiği ve murisin mal varlığında satıştan dolayı bir artış olduğuna dair hiç bir delilin mevcut olmadığı, diğer anlatımla satıştan elde edilen paranın bulunmadığı, ayrıca davanın reddi gerektiğinden bahisle karar bozulmuş olmasına karşın tenkis talebinin hiç değerlendirilmediği, bozma kararının bu yönü ile de yerinde olmadığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda mirasbırakan tarafından ölümünden bir gün önce davalı torununa satış suretiyle yapılan temlikin, mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olarak yapıldığı iddiasının davacı tarafça ispat edilip edilemediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis istemine ilişkindir.
13. Hemen belirtilmelidir ki; irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede;
“Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır” hükmüne yer verilmiştir.
14. Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmaları, şeklinde tanımlanabilir.
15. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
16. Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
17. Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
18. Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
19. 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı ile; “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” karar verilmiştir.
20. 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, mirasbırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
21. Muris muvazaasında, mirasbırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, mirasbırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşınmaktadır.
22. Muris muvazaasını öteki nispi muvazaalardan ayıran unsur ise mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık bir anlatımla, 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere bu muvazaa türünde mirasbırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır.
23. Bu nedenle, mirasbırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulama olanağı bulunmamaktadır.
24. Miras hakları, mirasbırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engellenen mirasçılar saklı pay sahibi olsun ya da olmasın yukarıdaki İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca sözleşmenin geçersiz olduğunu ileri sürerek iptalini isteyebilirler. Ancak, muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hüküm ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190/1. maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” hüküm uyarınca, mirasbırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bundan dolayı kendi lehine hak çıkaran taraf ispat etmelidir.
25. Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında, mirasbırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir.
26. Davayı açan mirasçılar, mirasbırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür.
27. Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle mirasbırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır.
28. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması ise genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
29. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, muris muvazaasına ilişkin davaların niteliği gereğince taraflarca sunulan delillerin, her somut olayın özelliğine göre az yukarıda açıklanan objektif olgulardan da yararlanılarak bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekmektedir.
30. Eldeki somut olaya gelindiğinde ise mirasbırakan… 01.07.1900 doğumlu olup, 21.12.1991 tarihinde ölmüştür. Geride eşi … ve oğlu … ile kendisinden önce vefat eden kızı …’nin çocukları mirasçı olarak kalmışlardır. Murisin eşi 2002 yılında, oğlu … ise 2011 yılında vefat etmişlerdir. Dava konusu 136 m2 büyüklüğündeki kerpiç ev ve avlu vasfındaki 7 parsel sayılı taşınmaz ise mirasbırakana aitken oğlu …’dan olma torunu …’a 20.12.1991 tarihinde 8.000.000TL (8,00 YTL) bedelle satış suretiyle temlik etmiştir. Ancak, taşınmazın gerçek değerinin belirlenmesi için mahkemece keşif yapılmış ve devir tarihindeki serbest piyasa koşullarına göre taşınmazın değeri 75.000.000,00TL (75,00 YTL) olarak saptanmıştır.
31. Mahkemece dinlenen davacı tanıkları ise mirasbırakan…’ın emekli maaşı aldığını, dava konusu taşınmazda bulunan evde oturduğunu ve herhangi bir borcunun bulunmadığını beyan etmişlerdir. Bu beyanlardan devir tarihinde oldukça ileri yaşta olan murisin içinde oturduğu evini satmasını gerektirir makul bir sebep ve ihtiyacının olmadığı anlaşıldığı gibi davalı tarafından satış karşılığında cüzi miktarda yapıldığı ileri sürülen ödemeye dair bir belge de sunulmamıştır. Kaldı ki, devirden bir gün sonra ölen murisin terekesinden herhangi bir para çıkmamış, geride kalan eşi …’da ölümüne değin söz konusu evde oturmaya devam etmiştir. Belirtilen tüm bu olgular yanında taşınmazın gerçek değeri ile tapuda gösterilen bedeli arasında fahiş bir fark bulunduğu da dikkate alındığında; mirasbırakanın diğer mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla dava konusu taşınmazı tek erkek evladının oğlu olan davalıya satış suretiyle temlik ettiği, ancak resmi akitte satış olarak gösterilen işlemin gerçek bir satış olmayıp, bedelsiz olarak yapılan devrin bağış niteliğinde olduğu sonucuna varılmıştır.
32. Diğer yandan, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir bedel karşılığında yapılacağı açık olmakla birlikte, bedelin mutlaka para olması şart olmayıp, Hukuk Genel Kurulunun 16.06.2010 tarihli ve 2010/1-295 E., 2010/333 K.; 23.05.2019 tarihli ve 2017/1-1263 E., 2019/603 K.; 23.01.2020 tarihli ve 2017/1-1247 E., 2020/47 K. sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere, ebeveynin normal bakımın ötesinde özel bir ihtimam ve bakıma muhtaç olduğu ve görev sınırının aşıldığı durumlarda yapılan bakım ve hizmetin semen olarak değerlendirilmesi mümkündür. Böyle bir durumda temlik ivazlı sayılır ise de somut olayda davalının uzun yıllar boyunca dedesine bakıp hizmet ettiği yönündeki savunmasını ispat eder nitelikte bir delil bulunmamaktadır.
33. O hâlde, yerel mahkemece mirasbırakan tarafından yapılan temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu kabul edilerek verilen direnme kararı yukarıda açıklanan ilke ve esaslar ile yasal düzenlemelere uygun olup, yerindedir.
34. Hâl böyle olunca, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanmasına karar verilmiştir.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına,
6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.03.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2017/2867 E.  ,  2021/234 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “asıl davada ölünceye kadar bakım sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil, birleşen davada ölünceye kadar bakım sözleşmesinin iptali, mümkün olmazsa saklı pay oranında tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Manavgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen asıl davanın kabulüne, birleşen davanın reddine ilişkin karar davalılar-birleşen dosyada davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalılar-birleşen dosyada davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Asıl Dosyada Davacı İstemi:
4. Davacı asıl davada 02.06.2010 tarihli dava dilekçesi ile; eşi…’ın 28.02.2009 tarihinde vefat ettiğini, eşinin hayatta iken, Antalya ili, Manavgat ilçesi, Hisar mah. 989 ada 19 parselde bulunan 1/13 arsa paylı, zemin kat 4 nolu gayrimenkulü Manavgat 6. Noterliğince tanzim edilen 12.02.2009 tarihli ve 01369 yevmiye nolu düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile belirtilen şartlarda tarafına bıraktığını, veraset ilamı gereğince tapuda devir işlemlerinin yapıldığını, murisi eşinin ilgili gayrimenkulü dışında da başkaca gayrimenkullerinin bulunduğunu, düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi gereğince Antalya ili, Manavgat ilçesi, Hisar mah. 989 ada 19 parselde bulunan 1/13 arsa paylı, zemin kat 4 nolu gayrimenkul üzerinde davalıların paylarının iptali ile adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Asıl Dosyada Davalı Cevabı:
5. Davalı–birleşen dosyada davacılar vekili asıl davada cevap dilekçesi ile; murisin kanser hastası olarak tedavi gördüğü ve günlerinin sayılı olduğu da kendisine bildirilmiş olduğu dönemde dava konusu sözleşmeyi yaptığını, davacının murisin ağır ilaçlar kullanmadığını iddia etse de kanser tedavisi için kullanılan ilaçların ağırlığının belli olduğunu, murisin hastalığının ilerlemiş olması nedeniyle morfin de kullandığının yakınları tarafından bilindiğini, müvekkillerinin muris ile ilgilenmediği iddialarının da doğru olmadığını, murisin yaşı, fiziki durumu, hastalığının ağır koşulları, maddi geliri hep birlikte değerlendirildiğinde ölümünden çok kısa süre önce ve hastanede yapmış olduğu sözleşme ile gerçek amacının ölünceye kadar bakıp gözetilmek olmadığını ileri sürerek davacı tarafından açılan ölünceye kadar bakma sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil davasının reddine karar verilmesini istemiştir.
Birleşen Dosyada Davacı İstemi:
6. Davalılar–birleşen dosyada davacılar vekili birleşen davada 16.12.2010 tarihli dava dilekçesi ile; davalı yararına Manavgat 6. Noterliğinin 12.02.2009 tarihli ve 01369 yevmiye numarası ile düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakım sözleşmesinin düzenlendiği tarihten çok kısa bir süre sonra murisin vefat ettiğini, ayırtım gücüne sahip olmayan murisin bu sırada yapmış olduğu sözleşmenin geçerli olmayacağını, murisin sözleşmenin düzenlendiği tarihte 71 yaşında olduğunu, emekli maaşının olduğunu, bakım sözleşmesi yapılmasını gerektirecek bir durumunun olmadığını, bir kimsenin eşine hatta başka yakın akrabasına bakıp gözetmesinin bir külfet oluşturmadığı dikkate alındığında bu sözleşmenin ivazsız olduğunun görüldüğünü, diğer taraftan yaşam tehlikesi bulunduğu doktorlar tarafından söylenen murisin iş bu sözleşmeyi yaptığı sırada ehliyetli olduğunun tespiti hâlinde murisin davacı mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla hareket ettiğinin ortaya çıktığını, ivazlı tasarrufların tenkise tabi olmayacağı açık ise de yukarıda izah edildiği şekilde işbu sözleşmenin oluşturulmasında bir karşılık beklenemeyeceğini ileri sürerek dosyanın Manavgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/450 E. sayılı dosyası ile birleştirilmesine, murisin sözleşmenin yapıldığı tarihte ehliyetsiz olması nedeni ile Manavgat 6. Noterliğinin 12.02.2009 tarihli ve 01369 yevmiye nolu düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesinin iptaline, murisin sözleşmenin yapıldığı tarihte ehliyetli olduğunun tespit edilmesi hâlinde yapılan işlemin görünürde ivazlı gerçekte ivazsız olması ve gerçek iradenin saklanması nedeni ile sözleşmenin muvazaalı olması nedeni ile iptaline, sözleşmenin iptali taleplerinin kabul edilmemesi hâlinde iş bu ivazsız temlik ile müvekkillerin saklı payı ihlal edilmiş olduğundan, davacıların saklı pay miktarının belirlenerek, her bir mirasçı için ayrı ayrı 6.000TL olmak üzere toplam 36.000TL’nin davalıdan yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiştir.
7. Manavgat 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 20.12.2010 tarihli ve 2010/1002 E. 2010/922 K. sayılı kararı ile, işbu dosya ile Manavgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/450 E. sayılı dosyası arasında hukuki ve fiili irtibat nedeniyle birleştirme kararı verilerek esas kapatılmıştır.
Mahkeme Kararı:
8. Manavgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.01.2013 tarihli ve 2010/450 E. 2013/52 K. sayılı kararı ile; muris…’ın hukuki işlem ehliyetine sahip olduğu dönemde Manavgat 6. Noterliği’nin 12.02.2009 tarihli ve 01369 nolu düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile dava konusu Manavgat ilçesi, Hisar mah. 989 ada 19 parsel sayılı arsa niteliğindeki 1/13 paylı zemin kat 4 nolu bağımsız bölümü davacıya devrettiği, sözleşmenin bu hâliyle geçerli olduğu gerekçesiyle asıl davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın davacı adına kayıt ve tesciline, birleşen dava dosyasındaki ölünceye kadar bakma sözleşmesinin iptali davasının ise reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
9. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar-birleşen dosyada davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
10. Yargıtay 14. Hukuk Dairesince 04.11.2013 tarihli ve 2013/10648 E, 2013/13748 K. sayılı kararı ile; ”…Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri taraflara hak ve borçlar yükleyen sözleşmelerden olup, bakım borcuna karşılık bir taşınmazın devri kararlaştırıldığında, bakım alacaklısının ölümünden sonra onun mirasçıları mülkiyeti geçirme borcu ile yükümlüdürler. Bu yükümlülüklerini yerine getirmemeleri hâlinde, sözleşmeye dayanılarak tapu iptali ve tescil istemi ile dava açılabilir.
Bakım borçlusunun bakıp gözetme yükümlülüğü aksi kararlaştırılmadığı sürece, bakım alacaklısını ailesi içerisine alıp konut temini, besleme-giydirme, hastalığında tedavi, manevi yönden de her türlü yardım ve desteği sağlama gibi ödevleri kapsar. Bu görevlerin yerine getirilmesi halinde ölünceye kadar bakım sözleşmeleri taraflarına kişisel hak sağladığı için tapu iptali ve tescil davasını, bakım borçlusu ya da onun külli halefleri bakım alacaklısının mirasçılarına karşı açabilirler.
Kuşkusuz, ölünceye kadar bakım sözleşmesinin muvazaalı olarak yapıldığı her zaman ileri sürülebilir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, muvazaa irade ile beyan arasında kasten yaratılmış aykırılıktır. Böyle bir savunma ileri sürülmüşse, mahkemece dayanılan sözleşmedeki tarafların gerçek ve müşterek amaçlarının Borçlar Kanununun 19. maddesi hükmünden yararlanarak açıklığa kavuşturulması gerekir. Zira bu gibi durumlarda ölünceye kadar bakım sözleşmesinin ivazlı olarak (bedel karşılığı) değil de bağış amaçlı veya mirasçıların bazılarından mal kaçırmak amacı ile yapıldığı kabul edilmelidir
O halde mahkemece yapılması gereken iş, tarafların gerçek iradelerinin açıklığa kavuşturulması bakımından, ölünceye kadar bakım akdinin muvazaalı olarak yapıldığına ilişkin tarafların delillerini toplayarak yönteme uygun inceleme ve araştırma yapmak, oluşacak sonuç doğrultusunda bir hüküm kurmak olmalıdır.
Açıklanan bu yönün göz ardı edilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
11. Manavgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 11.06.2014 tarihli ve 2014/131 E, 2014/234 K. sayılı kararı ile; muvazaa iddiasına ilişkin mirasçılardan mal kaçırma amacının bulunup bulunmadığının tespiti, murisin sözleşme tarihindeki yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, elinde bulunan malların mevcudu, aile koşulları ve ilişkileri, temlik edilen mal miktarının tüm mal varlığına göre makul karşılanacak sınır içinde kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerektiği açık olup, somut davada murisin ölmeden önceki yakın bir zamanda ölümcül bir rahatsızlığının bulunmadığı, dosya içerisinde bulunan tapu kayıtlarından temlik edilen bir adet taşınmazın tüm mal varlığına göre makul karşılanacak bir sınır içinde kaldığı (diğer taşınmazların davacıya temlik etmemiş olması), aile koşulları sözleşmenin muvazaalı yapılmadığına açık delil olup, davalı-birleşen dosya davacıları tarafından muvazaa iddiasının kanıtlanamadığı, önceki kararda muvazaanın ispatlanmamış olmasına yönelik gerekçeler açıklanmamış ise de, muvazaa iddiasına yönelik delillerin toplanması ve sonucuna göre değerlendirilmesi yönündeki bozma yerinde olmayıp dosyadaki mevcut deliller itibariyle önceki kararın yerinde olduğu, murisin yaşı, fiziki durumu, ailevi ilişkileri, bakım sözleşmesine konu taşınmazın tüm mal varlığının oranı ve diğer deliller birlikte değerlendirildiğinde murisin sözleşme yapma serbestisi gereğince yaptığı işlem geçerli olup, murisin sözleşmeden sonra kısa yaşamasının dahi sözleşmenin muvazaalı olduğu anlamına gelmediği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
12. Direnme kararı süresi içinde davalılar-birleşen dosyada davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
13. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 12.02.2009 tarihli ve 01369 yevmiye nolu düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesinin mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasının, dosya kapsamı ve toplanan delillere göre kanıtlanıp kanıtlanamadığı noktasında toplanmaktadır.

III. ÖN SORUN
14. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında işin esasının incelenmesinden önce, Mahkemece ilk kararda; “…muris…’ın hukuki işlem ehliyetine sahip olduğu dönemde düzenleme şeklinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile dava konusu bağımsız bölümü davacıya devrettiği, sözleşmenin bu haliyle geçerli olduğu gerekçesiyle asıl davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın davacı adına kayıt ve tesciline, birleşen dava dosyasındaki ölünceye kadar bakma sözleşmesinin iptali davasının ise reddine…” dair karar verildiği, Özel Dairece; “…tarafların gerçek iradelerinin açıklığa kavuşturulması bakımından, ölünceye kadar bakım akdinin muvazaalı olarak yapıldığına ilişkin tarafların delillerini toplayarak yönteme uygun inceleme ve araştırma yapılarak oluşacak sonuç doğrultusunda bir hüküm kurulması…” gerektiğinden bahisle bozma kararı verildiği, direnme kararında ise “…murisin ölmeden önceki yakın bir zamanda ölümcül bir rahatsızlığının bulunmadığı, dosya içerisinde bulunan tapu kayıtlarından temlik edilen bir adet taşınmazın tüm mal varlığına göre makul karşılanacak bir sınır içinde kaldığı (diğer taşınmazların davacıya temlik etmemiş olması), aile koşulları sözleşmenin muvazaalı yapılmadığına açık delil olup, davalı birleşen dosya davacıları tarafından muvazaa iddiasının kanıtlanamadığı, ivazlı akitlerde saklı pay kurallarının ihlal kastının kanıtlanmadıkça tenkis istenemeyeceği, bu nedenle tenkis isteminin de reddi gerektiği, önceki karardaki gerekçede muvazaanın ispatlanmamış olmasına yönelik gerekçeler açıklanmamış ise de, muvazaa iddiasına yönelik delillerin toplanması ve sonucuna göre değerlendirilmesi yönündeki bozma yerinde olmayıp dosyadaki mevcut deliller itibariyle önceki kararın yerinde olduğu, murisin yaşı, fiziki durumu, ailevi ilişkileri, bakım sözleşmesine konu taşınmazın tüm mal varlığının oranı ve diğer deliller birlikte değerlendirildiğinde murisin sözleşme yapma serbestisi gereğince yaptığı işlemin geçerli olup, murisin sözleşmeden sonra kısa yaşamasının dahi sözleşmenin muvazaalı olduğu anlamına gelmediği…” gerekçesi karşısında direnme adı altında verilen kararın gerçekte yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı; dolayısıyla, temyiz incelemesinin Hukuk Genel Kurulunca mı, yoksa Özel Dairece mi yapılması gerektiği hususu ön sorun olarak değerlendirilmiştir.
15. Bilindiği üzere; direnme kararının varlığından söz edilebilmesi için, mahkeme bozmadan esinlenerek yeni herhangi bir delil toplamadan önceki deliller çerçevesinde karar vermeli; gerekçesini önceki kararına göre genişletebilirse de değiştirmemelidir.
16. Başka bir deyişle mahkemenin yeni bir delile dayanarak veya bozmadan esinlenerek gerekçesini değiştirerek veya daha önce üzerinde durmadığı bir hususu bozmada işaret olunan şekilde değerlendirerek karar vermiş olması hâlinde, direnme kararının varlığından söz edilemez.
17. İstikrar kazanmış Yargıtay içtihatlarına göre; mahkemece direnme kararı verilse dahi bozma kararında tartışılması gereken hususları tartışmak, bozma sonrası yapılan araştırma, inceleme veya toplanan yeni delillere dayanmak, önceki kararda yer almayan ve daire denetiminden geçmemiş olan yeni ve değişik gerekçe ile hüküm kurmak suretiyle verilen karar direnme kararı olmayıp, bozmaya eylemli uyma sonucunda verilen yeni hüküm olarak kabul edilir.
18. Somut olayda ise ilk kararın, Özel Dairece; muvazaa iddiasına yönelik delillerin toplanması ve sonucuna göre değerlendirilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulması üzerine, mahkemece ilk karar gerekçesinden farklı olarak muvazaa ve tenkise yönelik taleplerin de tartışılması suretiyle Özel Daire denetiminden geçmemiş olan yeni ve değişik gerekçe ile direnme adı altında karar verilmiştir.
19. Bu durumda verilen direnme kararının gerçekte bozmaya eylemli uyma sonucu verilen yeni hüküm niteliğinde olduğu açıktır.
20. Hâl böyle olunca; kurulan bu yeni hükmün temyizen incelenmesi görevi Hukuk Genel Kuruluna değil, Özel Daireye aittir. Bu nedenle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalılar-birleşen dosyada davacılar vekilinin yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 14. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
Ancak karar düzeltme yolunun açık olması sebebiyle öncelikle Hukuk Genel Kurulu kararının mahkemesince taraflara tebliği ile karar düzeltme yoluna başvurulması hâlinde dosyanın Hukuk Genel Kuruluna, başvurulmaması hâlinde ise doğrudan Yargıtay 14. Hukuk Dairesine gönderilmesine,
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliği tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 09.03.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2017/482 E.  ,  2021/227 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Kayseri 5. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 16. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacılar … ve arkadaşları dava dilekçesinde; Kayseri ili, Felahiye ilçesi, Kerpiç Köyü köy içi mevkiinde kain çekişmeli 112 ada 68 parsel sayılı taşınmazın 2007 yılında yapılan kadastro çalışmalarında davalı adına tespit edilerek tapuya tescil edildiğini, çekişmeli taşınmazın murisleri Ömer Baran’dan intikal eden 112 ada 67 parsel sayılı taşınmaz ile bir bütün olup 30-40 yılı aşkın süredir zilyetliklerinde bulunduğunu ileri sürerek çekişmeli 112 ada 68 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile mirasçılık belgesindeki hisseleri oranında adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
5. Muris Ömer Baran’ın diğer mirasçılarını da temsil yetkisi bulunan davacılar vekili 13.08.2012 havale tarihli dilekçesinde; müvekkilleri arasında mecburi dava arkadaşlığı söz konusu olduğundan davacı sıfatlarının kabulü gerektiğini belirterek dava dilekçesinde açıklanan nedenlerle tapu kaydının iptali ile müvekkilleri adına mirasçılık belgesindeki hisseleri oranında adlarına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Cevabı:
6. Davalı vekili cevap dilekçesinde; bitişik arsalar olan 112 ada 67 ve 68 parsel sayılı taşınmazları davacıların murisi ile birlikte 1970 yılından önce Galip Baran’dan satın aldıklarını, taşınmazı rızai taksim ile ikiye ayırarak kullandıklarını, kendisine ait olan kısıma ev yaptırdığını ve kuyu açtığını, 40 yılı aşkın süredir nizasız olarak taşınmazı bu şekilde kullandığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
7. Kayseri 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.06.2014 tarihli ve 2012/410 E., 2014/193 K. sayılı kararı ile; dinlenen tanık beyanlarına göre, davaya konu taşınmazın davacıların ve dahili davacıların murisi olan Ömer Baran tarafından 40 yıl kadar önce Galip Baran isimli şahıstan bedeli karşılığında satın alınıp zilyetliğinin Ömer Baran’a devredildiği, yine yaklaşık 40 yıl kadar önce taşınmaz üzerindeki binaların bir bölümünün Ömer Baran tarafından yaptırıldığı, binaların diğer bölümlerinin ise davalı … tarafından yaptırıldığının anlaşıldığı gerekçesiyle davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptali ile, Felahiye Sulh Hukuk Mahkemesinin 2012/58 E. ve 2012/82 K. sayılı veraset ilamında belirtilen payları oranında davacılar ve dahili davacılar adına tapu siciline kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
8. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
9. Yargıtay 16. Hukuk Dairesince 22.04.2015 tarihli ve 2014/16715 E., 2015/4662 K. sayılı kararı ile;
“…Mahkemece; davaya konu taşınmazın davacıların ve dahili davacıların murisi olan Ömer Baran tarafından 40 yıl kadar önce Galip Baran isimli şahıstan bedeli karşılığında satın alınıp zilyetliğinin Ömer Baran’a devredildiği, yine yaklaşık 40 yıl kadar önce taşınmaz üzerindeki binaların bir bölümünün Ömer Baran tarafından yaptırıldığı, binaların onun tarafından tamamlanamayan bölümlerinin ise davalı … tarafından yaptırıldığı gerekçesi ile yazılı şekilde hüküm kurulmuştur. Mahkemece yapılan yargılama sırasında davalı taraf çekişmeli taşınmazın 1/2’şer payla davacıların murisi Ömer ile kendisi tarafından satın alındığını, bir kısım tanıklar ise çekişmeli taşınmazın öncesinin Ömer’e ait olduğunu ve ölümü ile mirasçılarına kaldığını beyan etmişlerdir. Bu durumda uyuşmazlık; taşınmazın öncesinin kime ait olduğu, davalının iddia ettiği şekilde müşterek olarak satın alınıp alınmadığı, müşterek olarak satın alınmış ise; paylaşılıp paylaşılmadığı, paylaşılmış ise çekişmeli taşınmazın hangi taraf payına dahil olduğu, çekişmeli taşınmaz üzerinde hangi tarafın ne sıfatla zilyet olduğu noktalarında toplanmaktadır. Mahkemece bu konuda yapılan araştırma ve inceleme yetersizdir. Taşınmazın kim tarafından ne suretle zilyet edinildiği konusundaki çelişkili beyanlar giderilmemiş, çekişmeli taşınmazın ne suretle edinildiği üzerinde durulmamış, çekişmeli taşınmazın paylaşıma konu edilip edilmediği araştırılmamıştır. Bu şekilde eksik araştırma ve inceleme ile hüküm kurulamaz. Hal böyle olunca doğru sonuca varılabilmesi için; mahallinde yaşlı, tarafsız, yöreyi iyi bilen, davada yararı bulunmayan şahıslar arasından seçilecek yerel bilirkişiler ve taraf tanıkları huzuruyla keşif yapılmalıdır. Keşif sırasında dinlenecek yerel bilirkişi ve taraf tanıklarından taşınmazın kime ait olduğu, kimden nasıl intikal ettiği, kim tarafından ne zamandan beri ne sebeple kullanıldığı, davalının iddia ettiği şekilde müşterek olarak satın alınıp alınmadığı, müşterek olarak satın alınmış ise paylaşılıp paylaşılmadığı paylaşılmış ise çekişmeli taşınmazın hangi taraf payına dahil olduğu hususları etraflıca sorulup maddi olaylara dayalı olarak açıklattırılmalı, bilirkişi ve tanık sözleri komşu parsel tutanak ve dayanaklarıyla denetlenmeli, alınan beyanlar arasında çelişki ortaya çıktığı takdirde giderilmeye çalışılmalı, fen bilirkişisinden keşfi izlemeye yeterli rapor alınmalı, açıklandığı şekilde araştırma yapıldıktan sonra dava konusu taşınmazın davacıların murisi ve davalı tarafından müşterek olarak alınıp, paylaşımla davacı tarafa kalmış olduğunun anlaşılması durumunda taşınmaz üzerinde davalı tarafın zilyetliği varsa bunun hangi sıfatla olduğu ve süresi göz önünde bulundurulmalı, bundan sonra toplanmış ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilmek suretiyle sonucuna göre bir karar verilmelidir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
10. Kayseri 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 15.03.2016 tarihli ve 2015/399 E., 2016/61 K. sayılı kararı ile; davalının aynı zamanda kardeşi olan tanığı … ve diğer tanığı … ile davacı tanığı … dışındaki tüm tanıkların davaya konu taşınmazın davacıların murisi olan Ömer Baran tarafından 40 yıl kadar önce Galip Baran isimli şahıstan bedeli karşılığında satın alınıp zilyetliğinin Ömer Baran’a devredildiğini, yine yaklaşık 40 yıl kadar önce taşınmaz üzerindeki binaların bir bölümünün Ömer Baran tarafından yaptırıldığını, binaların diğer bölümlerini ise Ömer Baran’ın yurt dışından gönderdiği paralarla davalının yaptırdığını, bir kısım tanıkların da taşınmazın alınmasında davalının katkısının bulunmadığını beyan ettikleri, tanıkların hiç birisinin taşınmazın müşterek olarak satın alındığına ve sonradan paylaşıldığına ilişkin beyanda bulunmadıkları, mahkemece yapılan araştırma ve dinlenen tanık beyanlarının hüküm kurmaya yeterli olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
11. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; çekişmeli taşınmazın öncesinin kime ait olduğu, ne suretle edinildiği, paylaşıma konu edilip edilmediği, taşınmaz üzerinde hangi tarafın ne sıfatla zilyet olduğu hususlarında mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
13. Taşınmazlar üzerindeki mülkiyet hakkının tespiti, kadastro faaliyetinin en temel fonksiyonlarından birisidir. Bu konu 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun dördüncü bölümünde, “Mülkiyet Hakkının Tespitine İlişkin Esaslar” başlığı altında düzenlenmiştir. Kadastro Kanunu’nun 14 ve 15. maddelerinde tapuya kayıtlı olmayan taşınmazlar hakkında kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği, taksim ve kısmi iktisap kurumlarına yer verilerek bu taşınmazların hukuki durumlarının tespiti ve tapuya kaydedilmeleri sağlanmıştır.
14. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların tespiti” başlıklı 14. maddesinde; “Tapuda kayıtlı olmayan ve aynı çalışma alanı içinde bulunan ve toplam yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüme kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldan beri malik sıfatıyla zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla ispat eden zilyedi adına tespit edilir…” düzenlemesine yer verilmiş olup, “Taksim ve kısmi iktisap hali” başlıklı 15. maddesinde de; ” Tapuda kayıtlı taşınmaz malların malikleri veya bunların mirasçıları arasında, tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların ise ondördüncü madde gereğince belirlenen zilyetleri arasında taksim edildikleri belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanları ile sabit olduğu takdirde bu mallar taksim gereğince zilyetleri adına tespit olunur.
Taşınmaz mal tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, onun ayrılması mümkün bir kısmının veya belirli bir payının, bu Kanunda zilyet lehine kabul edilen sebeplerle iktisabı caizdir.
İştirak halinde mülkiyet hükümlerinin söz konusu olduğu hallerde, iştirakçilerinden biri veya birkaçının belirli bir taşınmaz maldaki hissesinin diğer iştirakçilere devir ve temliki; tapulu taşınmaz mallarda yazılı, tapusuzlarda ise her türlü delille ispat edilebilir.
(Değişik son fıkra: 22/2/2005 – 5304/5 md.) Kadastrodan önce hissedarlar veya mirasçılar arasında ayırma veya birleştirme suretiyle taksime konu edilmiş ve sınırları doğal veya yapay işaret ya da tesislerle belirlenmiş taşınmaz malların, imar plânı bulunmayan yerlerde zeminde fiilen oluşmuş sınırlarına göre tespiti yapılır” hükmü yer almaktadır.
15. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 713/1. maddesinde ise “Tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir…” şeklinde düzenleme yapılmış olup, anılan kanun hükümlerine göre, olağanüstü zamanaşımı yolu ile taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin temel koşulların Kadastro Kanunu’nun 14. maddesi ve TMK’nın 713/1. maddesinde hüküm altına alındığı görülmektedir. Buna göre; tapuda kayıtlı olmayan bir taşınmazı aralıksız ve nizasız 20 yıllık süreyle malik sıfatı ile elinde bulunduran ve zilyedi olan kişi, taşınmazın kendi mülkü olmak üzere adına tescilini talep edebilir.
16. Kadastro Kanunu’nun 14 ve TMK’nın 713/1. maddelerinde hüküm altına alınan koşulları uygulama ve teorideki açıklamalardan esinlenerek; taşınmaza ilişkin koşullar ve zilyetliğe ilişkin koşullar olarak ikiye ayırmak mümkündür. Tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların zamanaşımına dayanılarak kazanılabilmesi için taşınmazın özel mülkiyet kurmaya elverişli olması, zamanaşımı ile kazanılmasını yasaklayan bir kanun hükmünün bulunmaması ve taşınmazın kanunlar uyarınca Devlete kalan taşınmazlardan olmaması gerekir. Taşınmaz üzerinde sürdürülmesi gerekli olan zilyetliğin ise, malik sıfatı ile, aralıksız ve nizasız, 20 yıllık süreyle olması gereklidir.
17. Olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mülkiyetini kazanma nedenine dayalı olarak açılacak davalarda kazanmayı sağlayan zilyetliğin davacı tarafından kanıtlanması gerekir. Maddi olaylardan olan zilyetlik her türlü delil ile kanıtlanabilir. Her somut olayın özelliğine göre yerel bilirkişi, tanık beyanları, teknik bilirkişi raporları gibi deliller zilyetliğin kanıtlanmasında kullanılabilir. Nitekim, Kadastro Kanunu’nun 14/1. maddesinde, tapuda kayıtlı olmayan ve ayrıca çalışma alanı içinde bulunan yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüm kadar olan yerlerde çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla geçen 20 yıllık zilyetliğin belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla kanıtlanabilineceği hüküm altına alınmıştır.
18. Diğer taraftan Kadastro Kanunu’nun 15/1. maddesinde, kural olarak kadastro faaliyetleri ve kadastro tespiti sırasında hem tapuya kayıtlı, hem de tapuya kayıtlı olmayan taşınmazların malikleri veya bunların mirasçıları arasında sicil dışı paylaştırma sebebiyle zilyetleri adına tespitine ilişkin düzenleme getirilmiştir. Buna göre tapuya kayıtlı olmayan taşınmazların 14. madde gereğince belirlenen zilyetleri arasında paylaşıldığı belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla ispat olunduğu takdirde, bu taşınmazların paylaşım gereğince zilyetleri adına tespit edileceği belirtilmektedir. Paylaşıma dayanan taraf, TMK’nın 6. maddesi uyarınca, taşınmazın paylaşılmış olduğunu, bu paylaşımın tarihini, adına tespit edilecek kısmın kendisine isabet ettiğini, tespit tarihine kadar taksimin bozulmamış olduğunu ve kendisinin tespitin yapıldığı sırada taşınmaza zilyet bulunduğunu ispat etmelidir. Burada da, taşınmazın paylaşılmasının belgelerle, bilirkişi veya tanık beyanları ile ispat edilmesi mümkün hale getirilerek delil serbestisi esası kabul edilmiştir.
19. Bundan ayrı, genel mahkemelerde açılan davalarda taraflarca hazırlama ilkesi geçerli olup (6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 25. maddesi), davanın ve savunmanın dayanağı olan vakıaların ve bunların delillerinin taraflarca mahkemeye bildirilmesi, hâkim tarafından taraflarca kendisine bildirilmiş olan dava malzemesi üzerinde inceleme yapılması gerekir. Hâkim, tarafların bildirmediği vakıaları kendiliğinden inceleyemeyeceği gibi sadece kendisine usulüne uygun biçimde bildirilmiş olan vakıaları inceleme konusu yapabilir ve bu vakıalardan anlaşılan itiraz sebeplerini kendiliğinden gözetmekle yükümlüdür. Buna karşılık hâkim, kendisine usulüne uygun biçimde bildirilmemiş itiraz sebeplerini kendiliğinden gözetemez.
20. Yapılan açıklamalar ışığında somut olayın incelenmesine gelince; çekişmeli 112 ada 68 parsel sayılı taşınmazın 10.01.2007 tarihinde yapılan kadastro çalışmalarında, 2209,30 m2 yüzölçümünde, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tespit edilerek tapuya tescil edildiği, davacılar tarafından çekişmeli taşınmaz ile dava dışı kadastro çalışmaları sonucunda murisleri Ömer Baran adına tescil edilen 112 ada 67 parsel sayılı taşınmazın bir bütün olduğu belirtilerek irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak eldeki davanın açıldığı, davalı tarafından çekişmeli taşınmazın davacılar murisi Ömer Baran ile 1/2 şer payla satın alındığı iddiasında bulunulduğu, mahkemece yapılan keşifte dinlenilen bir kısım tanıkların çekişmeli taşınmazın Ömer Baran tarafından satın alındığını, taşınmaz üzerindeki binaların bir kısmının davalı tarafından yapıldığını beyan etmelerine karşın, bir kısım tanıkların taşınmazın davalının murisi ve davacılar murisi tarafından ortak alındığını, çekişmeli taşınmazın davalıya ait olduğunu beyan ettikleri görülmüştür. Her ne kadar mahkemece, mahallinde yapılan keşifte taraf tanıkları dinlenilmiş ise de, tanık beyanları arasındaki çelişki giderilmediği gibi, çekişmeli taşınmazın öncesinin kime ait olduğu, ne suretle edinildiği, müşterek olarak satın alınıp alınmadığı, müşterek olarak satın alınmış ise paylaşmaya konu edilip edilmediği, taşınmazda hangi tarafın ne sıfatla zilyet olduğu hususlarında yerel bilirkişi beyanlarına başvurulmamış, bu konuda araştırma ve inceleme yapılmamıştır.
21. Hâl böyle olunca doğru sonuca varılabilmesi için mahkemece; mahallinde yaşlı, tarafsız, yöreyi iyi bilen, davada yararı bulunmayan şahıslar arasından seçilecek yerel bilirkişiler ve taraf tanıkları huzuruyla keşif yapılması, keşif sırasında dinlenecek yerel bilirkişi ve taraf tanıklarından taşınmazın kime ait olduğu, kimden nasıl intikal ettiği, kim tarafından ne zamandan beri ne sebeple kullanıldığı, davalının iddia ettiği şekilde müşterek olarak satın alınıp alınmadığı, müşterek olarak satın alınmış ise paylaşılıp paylaşılmadığı, paylaşılmış ise çekişmeli taşınmazın hangi taraf payına dahil olduğu hususlarının etraflıca sorulup maddi olaylara dayalı olarak açıklattırılması, bilirkişi ve tanık sözlerinin komşu parsel tutanak ve dayanaklarıyla denetlenmesi, alınan beyanlar arasında çelişki ortaya çıktığı takdirde giderilmeye çalışılması, fen bilirkişisinden keşfi izlemeye yeterli rapor alınması, açıklandığı şekilde araştırma yapıldıktan sonra dava konusu taşınmazın davacıların murisi ve davalı tarafından müşterek olarak alınıp, paylaşımla davacı tarafa kalmış olduğunun anlaşılması durumunda taşınmaz üzerinde davalı tarafın zilyetliği varsa bunun hangi sıfatla olduğu ve süresinin göz önünde bulundurulması, bundan sonra toplanmış ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilmek suretiyle sonucuna göre bir karar verilmesi gereklidir.
22. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; kadastro tespitinin kesinleşmesi üzerine hak düşürücü süre içerisinde tespitten önceki zilyetliğe dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil davalarında, Kadastro Kanunu hükümlerine göre inceleme yapılacağı, Kadastro Kanunu’nun 30. maddesinde, hâkimin toplanan deliller ile tutanaktaki beyanlar arasında aykırılık olduğunu görmesi hâlinde tutanak bilirkişilerini de tanık olarak dinleyebileceği hükmüne yer verildiği, yargılama usulü olarak taraflarca getirilme ilkesine tabi dava olmakla birlikte, kadastro tutanağında belirlenen ve tescile esas olan tespitin aksi iddia edildiğinden, tespit tutanağındaki evveliyat kaydı, vergi kayıtlarının keşifte uygulanması, tespit tutanağındaki tespiti doğrulayan beyan sahibi olarak imzası bulunan muhtar ve bilirkişilerin dinlenilmesinin gerektiği, somut olayda kadastro tutanağına delil olarak dayanıldığı ve dosyaya uygun şekilde girmiş bir belge olarak yer aldığı nazara alındığında tutanak bilirkişileri ve muhtarın dinlenilmesinin resen araştırma olmadığı, bu nedenle dava konusu olan kadastro tespit tutanağında beyan ve imzası bulunan muhtar ve tespit bilirkişilerin de dinlenilerek, tanıklarla yüzleştirilmesi, toplanan tüm deliller değerlendirilmek suretiyle sonuca varılması gerektiğinden direnme kararının Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenler yanında açıklanan genişletilmiş gerekçe ile bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
23. Diğer taraftan, 25.06.2012 olan dava tarihi gerekçeli karar başlığında 07.12.2015 olarak, 15.03.2016 olan karar tarihinin de gerekçeli karar başlığında doğru gösterilmekle birlikte sonuç kısmında 24.03.2016 olarak gösterilmiş ise de, bu yanlışlıklar mahallinde düzeltilebilir bir maddi hata olarak kabul edilmiştir.
24. O hâlde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
25. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen geçici 3. maddeye göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Dava, kadastro tespiti öncesi zilyedliğe dayalı tapu iptali ve tescil davasıdır.
Davacılar, Felahiye İlçesi Kerpiç Köyü 112 ada 68 parsel sayılı taşınmazın 67 parsel sayılı taşınmaz ile bir bütün olarak murisleri Ömer Baran‘ın ve ölümünden sonra kendilerinin zilyedliğinde olduğunu iddia etmişler, davalı; her iki parseli bir bütün olarak davacıların murisi ile birlikte 1970 yılından önce Galip Baran’dan satın aldıklarını, rızaî taksimle ikiye ayırarak kullandıklarını, dava konusu yerin 40 yılı aşkın süredir ev ve kuyu da yaptırarak zilyedliğinde olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece tarafların tanıkları da dinlenerek keşif yapılmış ve bilirkişi raporları da alınarak davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalının temyizi üzerine Özel Dairece yerel bilirkişi ve tanıkların huzuruyla keşif yapılarak, çelişkili beyanlar giderilerek, ayrıntılı dinlenmeleri ve komşu parsel dayanak ve tutanaklarıyla beyanlar denetlenerek, keşfi izlemeye yeterli bilirkişi raporu alınarak, sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gerekçeleriyle hüküm bozulmuş, Mahkemece yapılan araştırma ve tanık beyanlarının hüküm kurmaya yeterli olduğu belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, yukarıda gerekçeleriyle açıklandığı üzere yerinde olmayıp, Özel Dairenin bozma ilamında belirtilen gerekçelerle bozulması gerekmektedir. Sayın Çoğunluğun bozma gerekçelerine aynen katılıyoruz. Ancak, kadastro tespit tutanağındaki muhtar ve bilirkişilerin de dinlenmesi gerektiği ve bozmanın bu şekilde genişletilerek bozma olması gerektiğini düşünüyoruz.
Kadastro tespitinin kesinleşmesi üzerine hak düşürücü süre içerisinde tespitten önceki zilyedliğe dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil davalarında da 3402 sayılı Kadastro Kanunu’ndaki hükümlere göre inceleme yapılır, tespit tarihi itibariyle taşınmazın malikinin kim olduğu belirlenerek sonucuna göre karar verilir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu 30. maddesinde Kadastro Mahkemesince delillerin takdiri hususu düzenlenmiş, yargılamanın yürütülmesi ve delillerin toplanması konusunda, 766 sayılı Tapulama Kanunu’nda yer alan resen araştırma ilkesinden oldukça ayrılmış ve “müzakere sistemine” yer verilmiştir. Bu maddede 766 sayılı Tapulama Kanununda yer almayan hükümlerden biri, hâkimin toplanan delillerle tutanaktaki beyanlar arasında aykırılık olduğunu görürse tutanak bilirkişilerini tanık olarak dinleyebileceği hükmüdür. Davanın taraflarından biri, gerekçe göstererek tespit sırasındaki bu beyanlara itiraz eder ve yerinde görülürse beyanları itiraza uğrayanlar çağrılıp dinlenebilir. Bunun dışında, toplanan deliller, tespite uygunluk gösteriyorsa, tutanak mümzilerinin dinlenmesine gerek yoktur. Kadastro Kanunu 30. maddesiyle “resen araştırma yapılıp gerçek hak sahibi adına tescile karar verilmesi” ilkesini üç husus ile sınırlandırmıştır. Kadastro Komisyonlarından 10/son madde uyarınca gönderilen tutanaklarda, 27. madde uyarınca mahalli mahkemelerden aktarılan dosyalarla ilgili tutanaklarda malik tespiti yapılamadığı için ve 29/2. madde uyarınca bir mirasçı tarafından diğerlerinin muafakatını almadan açılıp yalnız başına devam edilen davalarda iştirak halinde mülkiyette diğer mirasçıları tespit edip bunların adına da tescile karar verme hallerinde (İhsan Özmen-Halim Çorbalı-3402 s. Kadastro Kanunu şerhi -1988 sayfa 958 – 960).
Kadastro tespiti öncesi zilyedliğe dayalı tapu iptali ve tescil davalarında yargılama usulü Hukuk Muhakemeleri Usulüne tabidir. Resen araştırma değil, taraflarca getirilme ilkesine tabi davalardır. Tarafların göstermedikleri deliller, bildirmedikleri tanıklar araştırılıp dinlenemez. Ancak, kadastro tespiti tutanağında belirlenen ve tescile esas olan tespitin aksi iddia edildiğinden, tespit tutanağındaki evveliyat kaydı, vergi kayıtlarının keşifte uygulanması, tespit tutanağındaki tespiti doğrulayan beyan sahibi olarak imzası olan muhtar ve bilirkişilerin dinlenmeleri gerekmektedir. Kadastro tutanağının aksine ileri sürülen iddianın tahkiki için, bunların da dinlenmesi ve taraf iddialarıyla çelişen hususların giderilmesi, ondan sonra tüm bunların değerlendirilerek bir sonuca varılması taraflarca getirilme ilkesine aykırı bir durum değildir. Aksi taktirde, tutanakta tespit edilip tescil edilen bir vakıa var iken, aksini beyan eden tanık beyanlarına göre karar verilmesi yanlış sonuçlara götürür. Bu çelişkili beyanlarda bulunanların yüzleştirilerek ondan sonra niye hangisini diğerine üstün tuttuğunu açıklayarak sonuca varılması usul kuralları gereğidir. Kaldı ki somut dava, kadastro tutanağına delil olarak da dayanılmıştır. Bu tutanağın aksi iddia edildiğine göre tutanak bilirkişileri ve muhtarın dinlenmeleri resen araştırma değildir. Özel Daire de, bozmada komşu parsel dayanak ve kayıtlarının uygulanarak araştırma yapılması gereğine değinmiştir.
Hâkim, bir delile kendiliğinden başvuramaz; tarafların bildirmedikleri kişiler tanık olarak dinlenemez. Ancak, mahkeme dava dosyasına usulüne uygun olarak girmiş olan bir belgedeki, tutanaktaki senetteki isim ve imzası bulunan şahısları tanık olarak dinleyebilir. Bundan sonra, bütün deliller birlikte tartışılıp değerlendirilerek bir sonuca varılması gerekir (Prof. Dr. Baki Kuru – Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı Baskı, 2001 cilt II. Sayfa 2023, cilt III. Sayfa 2577, 2594) (Mahkeme dosyasına ibraz olunan faturadaki imzası bulunan kişinin de dinlenmesi gerektiği hakkında, HGK 9.7.969 tarih 404/664 sayılı kararı).
Bu nedenlerle, dava konusu olan kadastro tespit tutanağında beyan ve imzası bulunan muhtar ve tespit bilirkişilerin de keşifte dinlenerek, tanıklarla yüzleştirilerek, toplanan tüm deliller değerlendirilerek sonuca varılması gerektiğini ve bozmanın bu hususla birlikte genişletilmiş bozma olması görüşünde olduğumuzdan Sayın Çoğunluğun sadece Özel Dairenin bozması gibi bozma düşüncesine katılmamaktayız.


Hukuk Genel Kurulu         2020/63 E.  ,  2021/217 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, bozma kararına uyulmak suretiyle Gaziosmanpaşa 1. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 22.04.2015 tarihli ve 2014/6302 E., 2015/6004 K. sayılı kararı ile bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Hukuk Genel Kurulunca yapılan ön inceleme sonunda gereği görüşüldü:
3. Dava, inançlı işlem, hile ve ikrah nedenlerine dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil istemine ilişkin olup, Mahkemece verilen direnme kararı davacı … vekili tarafından 01.07.2016 tarihinde temyiz edilmiştir.
4. Davaya son veren taraf işlemleri olan feragat, kabul ve sulh, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 307 ilâ 315. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Tasarruf ilkesinin bir sonucu olarak davaya son veren taraf işlemleri hüküm kesinleşinceye kadar her zaman yapılabilir. Bir başka ifade ile taraflar davayı kabul ederek ya da davadan feragat ederek veya sulh sözleşmesi yaparak yargılamanın her aşamasında ve hatta kanun yollarında herhangi bir hükme gerek kalmaksızın davayı sona erdirebilirler.
5. Feragat, HMK’nın 307. maddesinde; davacının talep sonucundan kısmen veya tamamen vazgeçmesi olarak tanımlanmış; aynı Kanunun 311. maddesinde ise feragatin, kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğuracağı açıklanmıştır.
6. Mahkemece nihai karar verildikten sonra kararın temyizi aşamasında davadan feragat edilmesi hâlinde ne gibi bir işlem yapılacağı konusu; 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanunu’nun (7251 sayılı Kanun) 29. maddesiyle değişik HMK’nın 310. maddesinin 3. fıkrasında; “…Feragat veya kabul, dosyanın temyiz incelemesine gönderilmesinden sonra yapılmışsa, Yargıtay temyiz incelemesi yapmaksızın dosyayı feragat veya kabul hususunda ek karar verilmek üzere hükmü veren mahkemeye gönderir” şeklinde düzenlenmiştir.
7. Somut olayda, dosya temyiz incelemesi için Hukuk Genel Kurulunda bulunduğu sırada … tarafından sunulan ve kimlik tespiti yapılmış olan 17.02.2021 tarihli dilekçede babası (davacı) …’ün direnme kararının temyizinden sonra 2019 yılı içerisinde vefat ettiği, geride sadece kendisi ile kardeşi …’ün mirasçı olarak kaldığı, kendisinin de davadan feragat ettiği ve bu nedenle davanın reddine karar verilmesini talep ettiği görülmüştür. Diğer mirasçı …’ün vekili olduğunu açıklayan Av. … …tarafından sunulan 16.02.2021 tarihli dilekçede de adı geçen mirasçının davadan feragat ettiği bildirilmiştir.
8. Bu durumda, davacı …’ün ölümü ile geride başka mirasçılarının kalıp kalmadığı tespit edilmek suretiyle feragat dilekçelerinin değerlendirilmesi ve sonucuna göre HMK’nın 310. maddesinin 3. fıkrası uyarınca ek bir karar verilmesi gerekmektedir.
9. O hâlde, davadan feragat hakkında ek karar verilmek üzere dosya hükmü veren mahkemeye gönderilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı mirasçıları tarafından sunulan feragat dilekçeleri uyarınca 6100 sayılı HMK’nın 310. maddesinin 3. fıkrasına göre gerekli değerlendirme yapıldıktan sonra ek karar verilmek üzere dosyanın mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE, 04.03.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2020/568 E.  ,  2021/194 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Safranbolu Asliye Hukuk Mahkemesince davanın yargı yolu nedeniyle usulden reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili; müvekkilinin Safranbolu İcra Dairesinin 2005/129 talimat sayılı dosyası üzerinden yapılan ihalede, dava konusu 131 ada 79 parsel sayılı taşınmazın 1250/7352 payını satın aldığını, ihalenin kesinleşmesi üzerine tapuda tescili sağlamak için İcra Dairesinin 05.09.2011 tarihli yazısı ile Safranbolu Tapu Müdürlüğüne müracaat ettiğini, ancak talebinin 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu uyarınca taşınmazın bölünemez nitelikte tarım arazisi olduğundan bahisle reddedildiğini, ret kararına karşı süresi içerisinde Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne itirazda bulunmasına ve itiraz üzerinden 60 gün geçmesine karşın müvekkiline cevap verilmediğini, böyle olunca ret kararının iptali için Zonguldak İdare Mahkemesinde dava açtığını, mahkemece davanın tapuya tescile ilişkin olduğu ve adli yargı yerinin görevine ilişkin bulunduğu gerekçesiyle reddedildiğini, kararın 13.02.2012 tarihinde kesinleştiğini, oysa ki davacının usulsüne uygun olarak mülkiyeti iktisap ettiğini, tescil sonucunda taşınmazın bölünmesi, parçalanması ya da hissedarların çoğalması gibi bir durumun da söz konusu olmadığını ileri sürerek, dava dışı Hatice Utku adına kayıtlı 1250/7352 payın iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; dava konusu taşınmazın 5578 sayılı Kanun ile değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8. maddesine göre bölünemez nitelikte tarım arazisi olduğunu, bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne şekilde gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyete konu olmaları durumunda bu arazilerin ifraz edilemez paylarının üçüncü şahıslara satılamayacağını, devredilemeyeceğini ve rehnedilemeyeceğini, bunların ancak aynı parseldeki diğer paydaşlara satışının mümkün olduğunu, davacının ise dava konusu taşınmazda ihale öncesinde bir payının bulunmadığını, bu nedenle tescil talebinin reddine dair işlemin hukuka uygun olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Safranbolu Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.09.2012 tarihli ve 2012/51 E., 2012/316 K. sayılı kararı ile; idari makam ve mercilerin, idari işleviyle ilgili kamu hukuku alanında tesis ettikleri tek taraflı doğrudan uygulanabilir nitelikte hukuki tasarruflar olan idari işlemlere karşı açılan davaların görüm ve çözümünün idari yargıya ait bulunduğu, uyuşmazlık konusu taşınmazın davacı adına tescil talebinin reddine ilişkin işlemin de idari işlem niteliğinde olduğu, davacı taraf her ne kadar cebri icra yoluyla edindiği ve Hatice Utku adına kayıtlı 1250/7352 payın adına tescilini talep etmiş ise de gerçek amacının tescil talebinin reddine ilişkin idari işlemi iptal ettirerek taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının tapuya tescilini temin etmek olduğundan talebin idari yargıda görülmesi gerektiği, bu nedenle Zonguldak İdare Mahkemesinin 30.12.2011 tarihli görevsizlik kararının yerinde olmadığı, nitekim benzer bir uyuşmazlıkta Danıştay 10. Dairesinin 17.06.1993 tarih ve 1991/2447 E., 1993/2562 K. sayılı kararında davanın idari yargıda çözümlenmesi gerektiğine karar verildiği gerekçesiyle davanın yargı yolu nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 16.04.2013 tarihli ve 2013/3157 E., 2013/5646 K. sayılı kararı ile;
“…Davacı, çekişme konusu taşınmazdan cebri ihale yoluyla pay satın aldığını, ancak Tapu Müdürlüğüne yaptığı tescil talebinin 5403 sayılı Kanun uyarınca reddedildiğini ileri sürerek, tescili sağlamak amacıyla eldeki davayı açmıştır.
Mahkemece, uyuşmazlığın İdari Yargıda çözülmesi gerektiği belirtilerek görevsizlik kararı verilmiştir.
Ne var ki, eldeki davanın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümleri çerçevesinde mülkiyet hakkından kaynaklanan bir dava olduğu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceği açıktır.
Hal böyle olunca, işin esasının incelenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı biçimde hüküm kurulması isabetsizdir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Safranbolu Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.10.2013 tarihli ve 2013/521 E., 2013/636 K. sayılı kararı ile ilk hükümdeki gerekçeler tekrar edilerek; mülkiyet hakkına dayalı davaların kayıt maliki olarak görünen kişi ile taşınmaz üzerinde hak iddia eden kişi arasında görüldüğü, davacının ise bu davayı tapuda malik olarak görünen Hatice Utku’ya değil Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne yöneterek idari işlemin iptal edilmesi yönündeki iradesini ortaya koyduğu, idari işlemin iptaline ilişkin davanın ise idari yargıda görülmesi gerektiği belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; yargı yoluna ilişkin olup, davacının cebri icra ihalesi ile edindiği payın tapuda kendi adına tescili için yaptığı başvurunun 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8. maddesi uyarınca taşınmazın bölünemez nitelikte tarım arazisi olduğundan bahisle reddi üzerine, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü aleyhine tescil istemi ile açtığı eldeki davanın, idari yargı da mı, yoksa adli yargı da mı görülmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. İdarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu sağlamak için çeşitli denetim yolları bulunmakla birlikte bunlar içerisinde en etkin ve nesnel olanı yargı denetimidir. İdarenin hukuk kuralları ile bağlı olması ve yaptığı işlemlere karşı yargı yolunun açık olması hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Nitekim Anayasa’nın 125. maddesinde; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu hükme bağlanmıştır.
13. Ülkemizde yargı ayrılığı sistemi geçerli olduğundan birden fazla yargı kolu bulunmaktadır. İdari makamların idare hukuku alanındaki faaliyetlerinden kaynaklanan uyuşmazlıklar ülkenin genel mahkemeleri olan adliye mahkemelerinde değil, bu amaçla kurulmuş olan idare mahkemelerinde çözümlenmektedir.
14. İdari yargı; Devletin merkezi ve yerel yönetim sistemleri içinde örgütlenmiş olan idare makamlarının kamu hukuku alanındaki eylem ve işlemlerinden doğan ihtilafların çözümlenmesini konu alan yargı koludur. Anayasa’nın 155. maddesine göre; idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olan Danıştay’ın yapısı ve işleyişine dair düzenleme 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nda yapılmıştır. Bu yargı kolu bünyesindeki bölge idare mahkemeleri, idare mahkemeleri ve vergi mahkemelerinin kuruluş ve görevlerine dair genel hükümler ise 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri Ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluş Ve Görevleri Hakkındaki Kanun ile hüküm altına alınmıştır.
15. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda ise idari yargı kolundaki mahkemelerin görevine giren uyuşmazlıkların çözümünde uygulanacak usul hükümleri düzenlenmiş ve aynı Kanun’un 2. maddesinin 1.fıkrasında idari dava türleri;
“a) İdarî işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan iptal davaları,
b) İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları,
c) Tahkim yolu öngörülen imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklar hariç, kamu hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan uyuşmazlıklara ilişkin davalar” şeklinde sayılmıştır. Dolayısıyla, idari eylem, işlem ve sözleşmelerden doğan uyuşmazlıklar, kural olarak idari yargının görev alanına girmektedir.
16. Uygulama ve öğretide, kamu idarelerinin, kamu hizmetinin yürütümü sırasında, kamu gücü kullanarak tek yanlı irade açıklamalarıyla yapmış oldukları kesin ve yürütülmesi gereken işlemler, idari işlem olarak tanımlanmaktadır. Kamu gücü ayrıcalığı ile yapılan bu işlemler idare hukukuna tabi olup, hukuka aykırı olmaları durumunda, menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılacak dava sonucunda, işlem tarihinden itibaren bütün hüküm ve sonuçlarıyla birlikte iptal edilirler.
17. Diğer taraftan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 15. maddesinin 1-a bendinde, adli yargının görevli olduğu konularda açılan davaların reddine karar verileceği hükme bağlanarak, kanunların açıkça adli yargıyı görevli saydığı hâller idari yargının kapsamı dışında bırakılmıştır. Uygulamada, adli yargı ile idari yargının görev paylaşımı konusunda kimi zaman görüş ayrılıkları yaşanmakta ise de idari eylem, işlem ve sözleşmelerden kaynaklanan uyuşmazlıkların, idare hukuku kurallarına göre idari yargıda çözümlenmesinin temel sebebi bunların kamu gücü ayrıcalığına dayalı olarak hukuk alanında varlık kazanmış olmalarıdır.
18. Somut olayda uyuşmazlık, mülkiyet hakkının tapu siciline tescili isteminin reddine dair işlemden kaynaklandığından bu konu ile ilgili kavram ve yasal düzenlemelerin de açıklanması gerekmektedir.
19. Tapu sicili, tescil ve açıklık ilkelerine göre taşınmazlar ile üzerlerindeki hakların durumlarını göstermek üzere tutulan resmi sicildir. Devletin denetim ve sorumluluğu altında tutulan tapu sicilinin, taşınmazların hukuki durumu hakkında bilgi verme ve taşınmazlar üzerindeki aynî haklarda açıklığı sağlama gibi iki önemli işlevi bulunmaktadır.
20. Tapu sicili, tapu kütüğü ve kat mülkiyeti kütüğü ile bunları tamamlayan yevmiye defteri ve belgeler ile plânlardan oluşur. Sicil kapsamındaki kütük ve belgeler, taşınmazın malikini, edinme sebebi ve tarihini, üzerindeki sınırlı aynî hakları, konumunu, yüzölçümünü, türünü ve planı gibi tüm hususları gösterir; taşınmazla ilgili bazı şahsi haklar ile devir ve temlik hakkı üzerinde kısıtlama varsa bunları da gösterir. Her ilçenin idari sınırları bir tapu sicili bölgesidir. Taşınmazlar, bulundukları bölgenin tapu siciline kaydedilir ve üzerlerindeki aynî hakların kurulması, devri, terkini gibi tüm işlemler sicilde gerçekleştirilir.
21. 6083 sayılı … Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun’un 2. maddesine göre tapu sicillerinin düzenli bir biçimde tutulmasını, taşınmazlarla ilgili her türlü akitli ve akitsiz tapu işlemleri ile tescil işlerinin yapılmasını, siciller üzerindeki değişikliklerin takibini, denetlenmesini, sicil ve belgelerin arşivlenerek korunmasını sağlama görev ve yetkisi Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne aittir.
22. Genel Müdürlüğün taşra teşkilatı ise bölge müdürlükleri ile bu müdürlüklere bağlı kadastro müdürlükleri ve tapu müdürlüklerinden oluşur. Mevzuat çerçevesinde taşınmaz mallara ait akitli ve akitsiz her türlü tescil, düzeltme, terkin işlemlerini yapmak, mevzuata aykırı istemleri Türk Medeni Kanunu ve Tapu Sicil Tüzüğünün ilgili maddeleri gereğince reddetmek, bu tür ret kararlarına karşı ilgilisinin itirazı hâlinde gerekli evrakları bölge müdürlüğüne göndermek gibi işler tapu müdürlüklerinin görevleri arasındadır.
23. 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Tescil” başlıklı 705. maddesinin birinci fıkrasına göre taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur. Ancak, aynı maddenin hemen ikinci fıkrasında tescilsiz kazanım durumları düzenlenmiş ve miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı öngörülmüştür.
24. Bir taşınmazın mülkiyetini miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma hâllerinden biri ile tescilsiz olarak kazanan kişi ise TMK’nın 716. maddesine göre tescili doğrudan yaptırabilir. Bu bağlamda, 17.08.2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2013/5150 sayılı yeni Tapu Sicili Tüzüğünün 17. maddesinde; kanuni istisnalar dışında, tapu sicilinde hak sahibi olan kişilerin istemde bulunabileceği belirtildikten sonra tescilden önce hak sahibi olmuş kişilerin de hakkın tescili için gerekli belgeleri ibraz ederek istemde bulunabilecekleri düzenlenmiştir.
25. Cebri icra veya ortaklığın giderilmesi yoluyla yapılan satışlarda; gerçek kişi ihale alıcısının ayni hakkın tescili isteminde bulunabilmesi için Tüzüğün “Resmi Senet Düzenlenmesini Gerektirmeyen İşlemler” başlıklı 20. maddesinin (d) bendinde; Türkiye Cumhuriyeti kimlik numaralı nüfus bilgilerini ve fotoğrafını içeren, ihalenin kesinleştiğini ve tescili belirten yetkili merciin yazısını ibraz etmesi yeterli görülmüştür.
26. Davaya konu tescil isteminin reddine dair kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan mülga Tapu Sicili Tüzüğünün 12 ve 13. maddeleri ile 21. maddesinin (e) bendinde de, hâlen yürürlükte olan yeni Tapu Sicil Tüzüğüne paralel şekilde hak sahibinin belirlenmesine esas kimlik belgesi ile cebri icra veya ortaklığın giderilmesi yoluyla yapılan satışlarda, taşınmaz malın kime ihale edildiğini belirten ve tescili içeren ilgili merciin yazısının tapu sicil müdürlüğüne sunulması hâlinde tescil işleminin gerçekleştirilebileceği hüküm altında alınmıştır.
27. Hak sahiplerince yapılan tescil isteminin hangi durumda ne şekilde reddedileceği ise 2013/5150 sayılı yeni Tapu Sicili Tüzüğünün 26. maddesinde;
“(1)Mevzuat ve bu Tüzükte yer alan hükümlere uygun olmayan ve 4721 sayılı Kanunun 1011 inci maddesine göre geçici tescil şerhine de imkân bulunmayan istemler geciktirilmeden, gerekçesi, itiraz yeri ve süresi de belirtilmek suretiyle reddedilir.
(2)Ret kararının varlığı, tarih ve yevmiye numarası esas alınarak kütüğün beyanlar sütununda belirtilir. İstemin reddi halinde, ret gerekçesi giderilmeden reddin konusu tapu işlemi yapılamaz.

(3)Ret kararı, istem sahibine elden veya 11/2/1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edilir.
(4)Ret kararına, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde müdürlüğün bağlı bulunduğu bölge müdürlüğüne, bölge müdürlüğünün kararına karşı da tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde Genel Müdürlüğe itiraz edilebilir” şeklindeki düzenleme ile mülga Tapu Sicil Tüzüğünün 23. maddesine paralel olarak hükme bağlanmıştır.
28. Yukarıda açıklanan tüm bu yasal mevzuat çerçevesinde dava konusu olay ele alındığında, davacı Safranbolu İcra Dairesinin 2005/129 Talimat sayılı takip dosyası kapsamında gerçekleştirilen ihale neticesinde 131 ada 79 parselde dava dışı Hatice Utku adına kayıtlı 1250/7352 payı satın almış, ihalenin kesinleşmesi üzerine tescili yaptırmak için yetkili merciin yazısı ile Safranbolu Tapu Müdürlüğüne müracaat etmiş, ancak idarenin 22.09.2011 tarih ve 3254 sayılı kararı ile 5578 sayılı Kanun ile değişik 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8. maddesi uyarınca taşınmazın bölünemez nitelikte tarım arazisi olduğundan işlem yapılamayacağı belirtilerek tescil istemi reddedilmiştir. Davacının bölge müdürlüğüne yaptığı itiraz da reddedilmiş, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne yaptığı itiraz ise cevapsız bırakılmıştır. Ret kararının iptali ve taşınmazın tescili talebiyle açtığı dava ise Zonguldak İdare Mahkemesinin 30.12.2011 tarih ve 2011/2411 E., 2011/2124 K. sayılı kararı ile adli yargının görevli bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu şekilde sonuç alamayan davacı, 17.02.2012 tarihinde Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü aleyhine eldeki davayı açarak, idari işlemin yerinde olmadığından bahisle maliki olduğu taşınmazın tescilini istemiştir.
29. Görüleceği üzere, Safranbolu Tapu Müdürlüğü tek taraflı ve kamu gücüne dayanan olumsuz bir idari işlemle davacının tescil talebini reddetmiştir. Ret kararlarına karşı Tapu Sicil Tüzüğünde idari itiraz yolu öngörülmüş olmasına karşın bu şekilde sonuç alamayan, idare mahkemesinde açtığı iptal davası da yargı yolu nedeniyle reddedilen davacı, adli yargı yerine gelerek bu davayı açmak zorunda kalmıştır.
30. Ne var ki davacı ihalenin kesinleşmesi ile mülkiyet hakkını iktisap etmiş olup, eldeki davada TMK’nın mülkiyet hükümlerine çözümlenmesi gereken bir ihtilaf bulunmamaktadır. Davada tescil istemi bulunmakta ise de yukarıda açıklanan süreç ve dava dilekçesindeki anlatım dikkate alındığında, davacının asıl amacı elindeki belgelerin tescil için yeterli olduğu kanaati ile idareye yaptığı müracaatın reddi nedeniyle bu olumsuz idari işlemin hukuka aykırı olduğu iddiası ile iptalini sağlamaktır. Davanın Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne yöneltilerek açılması da bu amacın en açık göstergesidir.
31. Davanın temelinde, idarenin 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile kamu yararına getirilen yasal kısıtlamayı resen dikkate alarak ve kamu gücüne dayanarak tesis ettiği idari işlem yer almaktadır.
32. Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu tarafından, davada taşınmaz mülkiyetinin iktisap yollarına ilişkin bir ihtilafın bulunmadığı, idarenin kamu hizmetinin yürütümü sırasında tesis ettiği işlemin hukuka aykırılığının ileri sürüldüğü, böyle olunca ilgili kararın yerindeliğinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-a maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, bu değerlendirmeyi yapma görevinin de idari yargı yerlerine ait olduğu sonucuna varılmıştır.
33. Nitekim, adli ve idari yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını çözümlemekle görevli olan Uyuşmazlık Mahkemesi de; benzer şekilde açılan davaların idari yargı yerinde görülmesi gerektiğine karar vermiştir (06.04.2015 tarihli ve 2015/217 E., 2015/232 K.; 25.12.2017 tarihli ve 2017/604 E., 2017/774 K. sayılı kararları).
34. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, somut olayda cebri icra ihalesi ile mülkiyet kazanıldığı hâlde buna uygun tescil işlemi yapılmadığı için tapu sicilinin doğruyu yansıtmadığı iddiası ile sicildeki mülkiyetin düzeltilmesi için dava açıldığı, böyle olunca taşınmazın davacı adına tescil edilip edilemeyeceğini inceleme görevinin Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre adli yargının görevinde olduğu, bu nedenle mahkemece yargı yoluna ilişkin olarak verilen direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
35. O hâlde, yerel mahkemenin yukarıda açıklanan hususlara değinen direnme kararı usul ve yasa hükümlerine uygundur.
36. Usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına,
6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440/III-3 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 04.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.

KARŞI OY

İdari yargının görev alanı genel olarak 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu 2. maddede düzenlenmiştir. Bu hükümde idari dava türleri arasında sayılan; idarî işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan iptal davaları (İYUK 1/1-a), idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları (İYUK 1/1-b) ile tahkim yolu öngörülen imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklar hariç, kamu hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan uyuşmazlıklara ilişkin davalar (İYUK 1/1-c) idari yargıda görülür.
İdari işlemler, idarenin, idare hukuku alanındaki faaliyetiyle ilgili olmak üzere, kamu gücü yetkisi ile hareket ederek, tek yanlı irade açıklamasıyla aldığı, doğrudan hukuki sonuç doğuran karar veya tedbirleridir. İdari eylemler ise idarenin kamu gücü yetkisi ve yükümlülüğüyle ilgili olan ancak bir idari işleme veya sözleşmeye dayanmayan her türlü fiziki faaliyeti veya hareketsiz kalmasıdır. Her ikisi de idare işlevinin yerine getirilmesiyle ilgili olup idare hukuku alanında sonuç doğurur. İdarenin özel hukuk alanında da sözleşmeler yapması mümkün olup bu sözleşmeler kamu gücü ayrıcalığından yararlanılarak yapılmış olmadığından hüküm ve sonuçlarını özel hukuk alanında doğururlar.
Mülkiyetin kazanılması ve tescille ilgili olarak Türk Medeni Kanununda ve Tapu Sicil Tüzüğünde ayrıntılı hükümler bulunmakta olup şu hükümlere bakmak gerekir:
Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur (TMK 705/1).
Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır (TMK 705/2).
Mülkiyetin kazanılmasına esas olacak bir hukukî sebebe dayanarak malikten mülkiyetin kendi adına tescilini istemek hususunda kişisel hakka sahip olan kimse, malikin kaçınması hâlinde hâkimden, mülkiyetin hükmen geçirilmesini isteyebilir (TMK 716/1).
Bir taşınmazın mülkiyetini işgal, miras, kamulaştırma, cebrî icra veya mahkeme kararına dayanarak kazanan kişi tescili doğrudan doğruya yaptırabilir (TMK 716/2).
Tescil, tasarrufa konu olan taşınmaz malikinin yazılı beyanı üzerine yapılır (TMK 1013/1).
Edinen kimse, kanun hükmüne, kesinleşmiş mahkeme kararına veya buna eşdeğer bir belgeye dayanıyorsa, bu beyana gerek yoktur (TMK 1013/2).
Bir aynî hakkı tescilden önce kazanan kimse, gerekli belgeleri ibraz ederek tescili isteyebilir (TMK 1013/3).
İlgililerin yazılı rızaları olmadıkça, tapu memuru, tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir (TMK 1027/1).
Düzeltme, eski tescilin terkini ve yeni bir tescilin yapılması biçiminde de olabilir (TMK 1027/2).
Tapu memuru, basit yazı yanlışlıklarını, Cumhurbaşkanınca çıkarılan yönetmelik uyarınca resen düzeltir (TMK 1027/3). Burada sözü edilen Yönetmelik çıkarılmış olmadığından bu konuda hâlen yürürlükte olan Tapu Sicil Tüzüğü uygulanacaktır.
Bu tüzüğün 74. maddesinde; ana veya yardımcı siciller üzerindeki düzeltmelerin nasıl yapılacağı düzenlenmiş olup bu hükme göre;
Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı basit yazım hatası yapıldığının tespit edilmesi hâlinde, müdür tarafından nedeni düzeltmeler sicilinde açıklanarak, resen düzeltme yapılır (md. 74/1).
İstem belgesinde yapılan yanlışlık veya eksiklik düzeltilerek belgenin uygun bir yerine yazılmak suretiyle taraflar ve tapu görevlilerince imzalanır ve sicilde buna uygun düzeltme yapılır (md. 74/2).
Ana veya yardımcı siciller üzerinde yapılmış hata veya eksikliklerin, ilgililerce sunulan veya başka idarelerce düzenlenen belgelerden kaynaklanması hâlinde, ilgililerin gerçek durumu kanıtlayıcı belgelere dayalı başvuruları üzerine, istem yevmiye defterine kaydedilerek gerekli düzeltme yapılır (md. 74/3).
Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı tescil veya esaslı yazım hatasının düzeltilebilmesi için ilgililerin yazılı olurunun alınması gerekir. İlgililerden birisinin yazılı oluru olmazsa, bu durum beyanlar sütununda belirtilerek, 26/9/2011 tarih ve 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine göre işlem yapılır (md. 74/4).
Yapılacak düzeltmeler hatalı yazımdan sonra hak sahibi olmuş kişilerin hakkını etkileyici nitelikte ise, bu hak sahiplerinin de yazılı olurları aranır (md. 74/5).
Müdürlük, ilgililerin bilgisi dışında yaptığı işlemleri tebliğ etmekle yükümlüdür (md. 74/6).
Bu hükümlerin sonucu olarak bir tescilin yapılması veya yanlış olan tescilin düzeltilmesi için bir mahkeme kararı gerekiyorsa bu konudaki uyuşmazlık adli yargıya tabi mahkemeler tarafından incelenecektir.
Bazen Kanunlarda idari işleme dayalı olarak tescilin yapılabileceğine dair hükümler de yer almaktadır. Bu durumda tescilin dayanağı mahkeme kararı gerektirmeyen ve Türk Medeni Kanununa dayanmayan bir idari işlem olacağından bu gibi hâllerde tescile esas idari işlemin iptali için açılan davalar için ise adli yargı değil idari yargı görevli olacaktır.
Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; cebri icra ihalesiyle mülkiyet kazanıldığı hâlde buna uygun tescil yapılmadığı için tapu sicilinin doğruyu yansıtmadığı ileri sürülerek, tapu sicilindeki mülkiyetin düzeltilmesi amaçlanarak tescil talepli dava açıldığından taşınmazın davacı adına tescil edilip edilmeyeceğiyle ilgili bir uyuşmazlık vardır. Böyle bir uyuşmazlıkta idari yargının görev alanına giren idari işlemin iptalini amaçlayan bir dava bulunmadığı açıktır. Taşınmazın davacı adına tescil edilip edilmeyeceğine yönelik uyuşmazlığın, Medeni Kanun hükümlerine göre çözümlenmesinde adli yargı yerleri görevli bulunmaktadır.
Belirtilen nedenlerle adli yargı kolu görevli olduğu için direnme kararının bozulması gerektiği görüşünde olduğumuzdan, idari yargının görevli olduğu kabul edilerek kararın onanması yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.


Hukuk Genel Kurulu         2017/2028 E.  ,  2021/192 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Bakırköy 5. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar, davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda önce hükmün onanmasına karar verilmiş, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine de karar bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili 25.05.2012 havale tarihli dava dilekçesinde; müvekkillerinin müteveffa babaları … adına kayıtlı İstanbul ili Bakırköy ilçesi Halkalı köyü 2897 parsel sayılı taşınmazın, Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca 04.05.1979 tarihinde kamulaştırma işlemine tabi tutulduğunu ve bedelinin 39.600,00TL takdir edilerek Emlak Kredi Bankası Halkalı Şubesine malik adına bloke edildiğini, daha sonra Kamulaştırma Kanunu hükümleri doğrultusunda Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/5 E. sayılı kararı ile idare adına tescil edildiğini, taşınmazın kamulaştırması safhasında müvekkillerinin haberi olmadığını ileri sürerek takdir edilen kamulaştırma bedelinin fazlaya ilişkin hak ve taleplerinin saklı tutulması talebine bağlı kalınarak 40.000,00TL’ye artırılmasını, artırılacak kamulaştırma bedeline kamulaştırma kararının alındığı tarihten itibaren yasal faiz uygulanmasını talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; dava konusu 2897 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırıldığını, kamulaştırma kararı alınıp taşınmaz maliklerine de usulüne uygun tebligat yapıldığından kamulaştırmasız el atma iddiasının geçersiz olduğunu, kamulaştırma evrakının usulüne uygun tebliğ edildiğini, müvekkili idarenin yasada öngörülen yükümlülüklerini yerine getirdiğini, yapılan araştırma ile tespit edilen adrese kamulaştırma evrakının tebliğ edildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir
Mahkeme Kararı:
6. Bakırköy 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 21.03.2013 tarihli ve 2012/264 E. 2013/118 K. sayılı kararı ile; Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/5 E. 1985/95 K. sayılı ilam örneğinin incelenmesinde; davacısının Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü, davalısının … olduğu, dava konusu taşınmazın Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca davalıya ait tapu kaydının iptali ile 39.600 lira istimlak bedeli karşılığında 26.02.1985 tarihinde davacı adına tesciline karar verildiği ve kararın kesinleştiği, kesinleşen karara göre belirlenen bedelin artırılması için dava açılamayacağı, kaldı ki davalı idarenin kamulaştırma işlemleri safhasında gerekli tüm araştırmaları yaptıktan sonra son aşamada ilanen tebligata gidildiğini belgesiyle kanıtladığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Dairenin Düzelterek Onama Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 20.03.2014 tarihli ve 2013/23173 E. 2014/7714 K. sayılı kararı ile; “…Dosyada bulunan kanıt ve belgelere göre, dava konusu taşınmazın Arsa Ofisi Genel Müdürlüğünce 1979 yılında kamulaştırıldığı, davacılar murisi… … (Ender) hissesine düşen kamulaştırma bedelinin 12.12.1983 günü ilgili bankaya bloke edildiği, tapu, vergi ve nüfus kayıtları üzerinden ve ayrıca … kolluk tarafından yapılan araştırma sonucu davacı murisinin tespit edilen adresine yapılan tebligatın bile tebliğ iade edilmesi üzerine, kamulaştırma işlemlerinin Türkiye genelinde yayınlanan bir gazete de ilan yoluyla tebliğ edildiği anlaşılmıştır.
Bu durumda davacı murisine usulüne uygun kamulaştırma tebliği yapılmasına rağmen 30 günlük hak düşürücü süre içinde bedel artırım davası açılmadığından davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde red kararı verilmesi sonucu itibariyle doğrudur. Ancak;
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. maddesinde değişiklik yapan ve 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasanın 21.maddesi ile “kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan tazminat davalarında mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekalet ücretleri bedel tespit davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir. … açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.” hükmünün getirilmiş olduğu gözetildiğinde, vekalet ücretinin maktu olarak hüküm altına alınması gerektiğinden;
Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 4. bendindeki (4.650,00-TL red nispi) kelime ve rakamlarının çıkartılmasına, yerine (1.320,00-TL maktu) rakam ve kelimelerinin yazılmasına,
Hükmün böylece DÜZELTİLEREK ONANMASINA,..” karar verilmiştir.
Davacılar Vekilinin Karar Düzeltme Talebi Üzerine Özel Dairenin Bozma Kararı:
9. Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin düzelterek onama kararına karşı davacılar vekilinin karar düzeltme talebi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 29.09.2014 tarihli ve 2014/14792 E. 2014/22494 K. sayılı kararı ile;
“…Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; 1979 yılında kamulaştırılan dava konusu taşınmaz ile ilgili olarak, idare tarafından yapılan adres araştırması sonucunda, davacılar murisinin adresinin tespit edilememesi üzerine, kamulaştırma işleminin 13.11.1982 ve 27.11.1982 tarihlerinde gazete ile ilanen tebliğ edildiği ancak, gazete ilanında davacılar murisinin (…) olan isminin (…) olarak yazıldığı gibi, ilanda yer alan parsel numarasının da dava konusu taşınmaza ait olmadığı ve dolayısıyla davacılara ya da murislerine usulüne uygun olarak yapılmış bir kamulaştırma tebligatından ve tamamlanmış bir kamulaştırmadan söz edilemeyeceği, bu durumda da, davacılar tarafından kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemi ile açılan davada işin esasına girilip, bir karar verilmesi gerekirken, yasal olmayan gerekçelerle davanın reddine karar verildiği bu kez yapılan incelemede anlaşıldığından,
Davacılar vekilinin karar düzeltme isteğinin kabulüne, Dairemizin 20.03.2014 gün ve 2013/23173-2014/7714 sayılı düzeltilerek onama ilamının kaldırılmasına, hükmün yazılı gerekçelerle BOZULMASINA,…” karar verilmiştir.

Direnme Kararı:
10. Bakırköy 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.12.2014 tarihli ve 2014/566 E. 2014/751 K. sayılı kararı ile; dosya arasında bulunan 13.11.1982 tarihli gazete ilanındaki ilan tablosunun en sol başında davaya konu olan parsel numarasının 2897 olduğu ve bu parsel numarasının …’e ait olduğu, isim … olarak değil … olarak yazılmış ise de hemen yanında Kazım oğlu ibaresinin bulunduğu, dosya arasındaki Eyüp 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin muris …’e ait veraset ilamının incelenmesinden baba adının Kazım olduğu, bu itibarla gazete ilanındaki … ile davacının murisi …’in aynı kişi olduğu hususunda şüphe olmadığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
11. Direnme kararı süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın kamulaştırma işleminin kesinleşip kesinleşmediği noktasında toplanmaktadır

III. GEREKÇE
13. Konunun açıklığa kavuşturulması için öncelikle kamulaştırmasız el koyma kavramı ve ilgili yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
14. Kamulaştırmasız el koyma kavramı, 6830 sayılı İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 9 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup; bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile “Kamulaştırılmış” sayılmıştır.
15. Gerek 6830 sayılı İstimlâk Kanunu’nda gerekse bu Kanunu kaldırarak kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemişti. Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi tazminat verilmesini de isteyebileceği, 16.05.1956 tarihli ve 1956/1 E. 1956/6 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmıştır.
16. Bu noktada 04.11.1983 tarihinde kabul edilip 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan davalarda süre yönünden yirmi yıllık bir sınırlama getirilmiş ise de; bu hükmün, Anayasa Mahkemesinin 04.11.2003 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan 10.04.2003 tarihli ve 2002/112 E. 2003/33 K. sayılı kararıyla iptal edilmesi sonucu, idarenin kamulaştırmasız el koyma işlemine karşı hak sahiplerinin dava hakkını yirmi yıl ile sınırlayan hak düşürücü süre ortadan kalkmıştır.
17. Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden sonra ve bu tarihten önceki yirmi yıl içinde taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların, idare aleyhine tazminat ve elatmanın önlenmesi istemiyle süreye bağlı olmaksızın dava açmalarının önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi; iptal kararının yürürlüğe girdiği tarihten önceki yirmi yıldan daha önce taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların hak ve durumları da, 30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 18.06.2010 tarihli ve 5999 sayılı “Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na geçici 6. madde eklenmiş ve malikçe tazmin talebinde bulunulması hâlinde öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi, uzlaşma temin edilemeyen hâllerde dava yoluna gidilebileceği öngörülmüştür.
18. Bu düzenlemeden sonra 25.02.2011 tarihinde yayımlanan 6111 sayılı “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un geçici 2. maddesi ile “ Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl süreyle geçerli olmak üzere; 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6’ncı maddesi hükmü, 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemlerine de uygulanır. Ancak, bu tarihten sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemleri sebebiyle açılan tazminat davalarında verilen ve kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden 2942 sayılı Kanunun geçici 6’ncı maddesinin yedinci fıkrası uyarınca ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç olması hâlinde, idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerden ayrıca yüzde beş pay ayrılır” hükmü getirilmiştir.
19. Ne var ki, anılan bu madde Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli ve 2010/83 E. 2012/169 K. sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal kararının 30.05.2013 tarihinde yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmıştır.
20. Anayasa Mahkemesinin iptal kararı üzerine, 30.05.2013 tarihinde kabul edilip 11.06.2013 günlü Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6487 sayılı “Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 21. maddesi ile 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesinde değişiklik yapılmıştır.
21. Diğer taraftan, kamulaştırmasız el koyma müessesesi, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve kanunlara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el koymada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.
22. Ancak kamulaştırmasız el koyma ile kamulaştırmanın konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır. Her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el konulmuş olması gereklidir. Kamulaştırmasız el koymada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın gerekse kamulaştırmasız el koymanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.
23. Yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el koyma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulamada, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.
24. Kamulaştırmasız el koyma hâlinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmaktadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 tarihli ve 1958/17 E., 1959/15 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).
25. Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkı yetki ve ödevlerden oluşmaktadır. Malikin hem yetkileri hem de yakınlarına ve topluma karşı ödevleri bulunmaktadır. Hakkın kapsamında yer alan ödevler, mülkiyet hakkına yabancı, ona dıştan ve sonradan yükletilen sınırlamalar olarak kabul edilmemeli, aksine bunları, kamu yararı amacıyla malike yükletilen ve mülkiyet hakkını oluşturan ödevler olarak düşünmelidir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet ancak kanunla ve kamu yararı amacı ile sınırlandırılabilir. Başka bir deyişle, kanun koyucunun malikin yetkilerini sınırlama yetkisi, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 35. maddesinin 2. fıkrasında sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın özü “kamu yararı”, şekli ise “kanun” dur. Kanun koyucunun mülkiyet üzerinde yaptığı sınırlamalar bu hakkın özüne dokunamaz.
26. Anayasa’da modern mülkiyet anlayışı benimsenmiştir ve mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir.
27. Anayasa’nın, “Mülkiyet hakkı” başlıklı 35. maddesi:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” düzenlemesini getirmiştir. 35. maddede mülkiyet hakkı üç aşamalı bir anlatımla açıklanmıştır:
28. Birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır. Böyle bir hak sahibi bu şeylerin mülkiyetini kazanabilir. Ona sahip olabilir. Mülkiyetinde olan şeyi dilediği gibi kullanabilir. Başkalarının o şeye el koyması durumunda onun el koymasının önlenmesini ve bu hakkının korunmasını dava yolu ile isteyebilir. Mülkiyet hakkının bu görünümü kural olarak sınırsız ve kısıtlamasızdır. Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2 ve 3. fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.
29. İkinci fıkra uyarınca: “Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir”. Demek ki kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilir. Kanunsuz olarak burada kamu yararı vardır, denilerek herhangi bir kamu kurumu veya tüzel kişisi mülkiyet hakkına herhangi bir sınırlama koyamaz. Öyle ise bu fıkranın içeriğine göre ancak kamu yararı bulunduğu durumlarda ve kanuna tutunarak sınırlama yapılabilir, yasal bir dayanak olmadan kamu yararı olsa bile mülkiyet hakkına el uzatılamaz. Kanunun olanak tanıdığı yerde de kamu yararı bulunmalıdır.
30. Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında kastedilen kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46. maddede “Kamulaştırma” olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Anılan madde; “Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.”
hükmünü içermektedir.
31. Ancak maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.
32. Anayasa’nın 35. maddesinin 3. fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu göstermiştir.
33. Dikkat edilecek olursa; Anayasa’da mal sahibinin kullanma hakkı, 35. maddenin 2. fıkrasında “kamu yararı”, 3. fıkrasında “toplum yararı” ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.
34. Yine Anayasa’nın “mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını” içeren 35. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 683. maddesi (mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi m. 618) hükümlerinin birlikte incelenmesinden varılan sonuç, Türk hukukunda mülkiyet hakkının sosyal (modern) mülkiyet anlayışıyla düzenlenmiş olduğudur.
35. Türk Kanunu Medenisi ve bu Kanunu ilga eden TMK’nın Dördüncü Kitabında ilkin, mülkiyet hakkı düzenlenmiş; ne var ki 683. madde (Türk Kanunu Medenisi m. 618) ile bir tanım verilmemiş, sağladığı yetkilerin belirtilmesiyle yetinilmiştir.
36. TMK’nın “Mülkiyet hakkının içeriği” başlıklı 683. maddesine göre;
“Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.
Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir.”
37. TMK’nın 683. maddesi (Türk Kanunu Medenisi m. 618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf edebilecektir. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsamakta, böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşmaktadır.
38. Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileriyle donatılmıştır.
39. Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. TMK’nın 683. maddesine (Türk Kanunu Medenisi m. 618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el koymaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.
40. Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, “istihkak ve elatmanın önlenmesi” istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.
41. Mülkiyet hakkının içeriğine giren ödevler ise; yapmama, katlanma ve yapma ödevleridir. Komşuluk hukukuna ilişkin ödevler yapmama ödevine, kar, yağmur ve tutulamayan kaynak sularını kabule zorunluluk katlanma ödevine, taşınmaz mallar için vergi, resim ve harç ödeme yükümlülüğü de yapma ödevine örnek olarak gösterilebilir.
42. Bütün bu anlatılanların ortaya koyduğu sonuç şudur; mülkiyet, toplum yararı ile sınırlı, sahibine gerek yetki ve gerekse ödevler yükleyen kamu ve özel hukuk karakterli kendine özgü bir haktır.
43. O hâlde malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.
44. Burada, davranışların haksız olması ve bir hakka dayanmaması yeterli olup, kusurun bulunması gerekli değildir. Malikin, mülkiyet hakkını, engellemenin varlığını ve nedensellik bağının bulunduğunu ispatlaması gerekli ve yeterlidir (Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarihli ve 2010/5-662 E., K:2010/651 K. sayılı kararı).
45. Öte yandan, Ülkemizin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol imzalanmıştır.
46. AİHS Eki Birinci Protokolün “Mülkiyetin Korunması” başlıklı 1. maddesinde:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.
47. Buna göre protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmasının meşruluğu ilkesidir ve nihayet üçüncüsü, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin yine meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.
48. Bu bağlamda kamulaştırmasız el koyma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemekte, meşru bir müdahale yoksa mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.
49. Diğer yandan, 16.5.1956 tarihli ve 1956/1 E. 1956/6 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da;
“Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, esas itibariyle, gayrimenkulünü yola kalbeden amme hükmi şahsiyeti aleyhine meni müdahale davası açmağa hakkı olduğuna, ancak dilerse bu fiili duruma razı olarak, mülkiyet hakkının amme hükmi şahsiyetine devrine karşılık gayrimenkulünün bedelinin tahsilini de dava edebileceğine ve isteyebileceği bedelin de mülkiyet hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki bedel olduğuna 16.05.1956 tarihinde ilk toplantıda ittifakla karar verildi.”
şeklinde bir değerlendirme yapıldığı görülmektedir.
50. Yine Yargıtayın 16.5.1956 tarihli ve 1954/1 E., 1956/7 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, “Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, gayrimenkulünün bedelinin tahsiline ilişkin olarak, gayrimenkulünü yola kalbeden hükmü şahsiyeti aleyhine açacağı bedel davasında müruruzamanın mevzuubahis olamayacağına ve hu itibarla da, hadisede Borçlar Kanunu’nun 66. maddesinin tatbik kabiliyeti bulunmadığına…” karar verilmiş, kamulaştırmasız el koyma halinde açılacak bedel davalarının zamanaşımına bağlı olmadığı belirtilmiştir.
51. Mülkiyet hakkına, kamulaştırmasız el atmaya ilişkin bu açıklamalardan sonra somut olaya bakıldığında; taşınmazın İmar ve İskan Bakanlığının 04.05.1979 tarihli ve 575/1138 sayılı Olur’u ile kamulaştırma işlemine tabi tutulduğu, idare tarafından malikin adresinin tespiti amacıyla tapu memurluğu ve vergi dairesi müdürlüğüne müzekkere yazıldığı, gelen müzekkere cevaplarına istinaden bildirilen adrese noter kanalı ile kamulaştırma evrakının gönderildiği, ancak tebligatın bila tebliğ iade edildiği, bunun üzerine belediye başkanlığı, muhtarlık ve jandarma komutanlığına adres araştırması için müzekkereler yazıldığı, ancak malikin adresinin tespit edilemediği, akabinde 13.11.1982 ve 27.11.1982 tarihlerinde Yeni İstanbul gazetesi aracılığı ile ilanen tebligat yoluna gidildiği anlaşılmaktadır.
52. Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık konusu itibariyle gazete ilanlarının usulüne uygun olup olmadığı noktasına gelince; her iki tarihte yayınlanın gazete ilanlarında parsel numarası, taşınmazın yüzölçümü, m2 fiyatı, istimlak bedeli kısımlarının dava konusu 2897 parsel sayılı taşınmazı işaret ettiği, ayrıca gazete ilanlarında malik …’in ismi “…” olarak yazılmış ise de, ilanda “…” isminin yanında “Kazım oğlu” ibaresinin bulunduğu, dosya içerisinde mevcut Eyüp 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin mirasçılık belgesi kararında da malikin babasının isminin Kazım olduğu, bu haliyle 13.11.1982 ve 27.11.1982 tarihlerinde gazetede yapılan ilanen tebligatların usulüne uygun olduğu kanaatine varılmıştır.
53. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında gazete ilanlarından birinde parsel numarasının okunaklı olmadığı, iki gazete ilanında da malikin tam adı ve soyadının yazılmadığı, davacılara ya da murislerine usulüne uygun yapılmış bir kamulaştırma tebligatından ve tamamlanmış bir kamulaştırmadan söz edilemeyeceği, bu nedenle Özel Daire bozma kararındaki nedenlerle hükmün bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
54. Hâl böyle olunca, Mahkemece bozma kararına karşı gazete ilanlarının usulüne uygun olduğuna dair direnilmesi yerindedir. Ne var ki davacılar vekilinin diğer temyiz itirazları yönünden değerlendirme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Direnme uygun olup, davacılar vekilinin diğer temyiz itirazları ile ilgili değerlendirme yapılması için dosyanın YARGITAY 5. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, ancak karar düzeltme yolunun açık olması sebebiyle öncelikle mahkemece Hukuk Genel Kurulu kararının taraflara tebliği ile karar düzeltme yoluna başvurulması hâlinde dosyanın Hukuk Genel Kuruluna, başvurulmaması hâlinde ise mahkemesince doğrudan YARGITAY 5. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 02.03.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Davacılar vekili; dava konusu 2897 parsel sayılı taşınmazın müvekkillerinin murisi … adına kayıtlı iken, 04.05.1979 tarihinde kamulaştırma işlemine tabi tutulduğunu ve bedelinin 39.600,00TL takdir edilerek Emlak Kredi Bankası Halkalı Şubesine malik adına bloke edildiğini, daha sonra Kamulaştırma Kanunu hükümleri doğrultusunda Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/5 E. sayılı kararı ile idare adına tescil edildiğini, ancak, bu işlemlerden ve taşınmazın kamulaştırması safhasından müvekkillerinin ve murisleri …’in haberleri olmadığını, bu taşınmazı murisin belgelerinin içinde tapu suretini görmeleriyle öğrenip, Tapu İdaresinden de kamulaştırıldığı bilgisini alınca davalı idareye başvurduklarında, “durumun gerçek olduğunu, idarenin kamulaştırma için bloke ettiği paranın halen çekilmediğini ilgili bankanın tasfiye işlemleri içindeki evraklarda bulunduğunu” bildirdiklerini, istimlak bedelinin taşınmazın gerçek bedeli olmadığını, bu bedelin gününün şartları dahilinde hakkaniyete uygun bir hale getirilmesi için işbu davanın açıldığını, Kamulaştırma Kanununun 14. maddesindeki hak düşürücü sürenin başlaması için usulüne uygun tebliğin yapılması gerekmekte olup, kamulaştırmayı yapan idarenin kayıtlarında usulüne uygun bir tebligatın bulunduğuna dair bilginin bulunmadığını ileri sürerek; kamulaştırma bedeli olarak takdir edilen bedelin fazlaya ilişkin hak ve taleplerin saklı tutulması talebine bağlı kalınarak şimdilik 40.000,00TL’sına artırılmasını, artırılacak kamulaştırma bedeline kamulaştırma kararının alındığı tarihten itibaren yasal faiz uygulanmasını talep etmiştir.
Davalı idare vekili; dava konusu 2897 parsel sayılı taşınmazın Bayındırlık ve İskân Bakanlığının 04.05.1979 tarih ve 575/1138 sayılı Olur’ları ile kamulaştırıldığını, kamulaştırma kararı alınıp taşınmaz maliklerine de usulüne uygun tebligat yapıldığından kamulaştırmasız el atma iddiasının geçersiz olduğunu, müvekkili idarenin yasada öngörülen yükümlülüklerini yerine getirdiğini, adres araştırması ile tespit edilen adrese kamulaştırma evrakının tebliğ edildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel Mahkemece; Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/5 E. 1985/95 K. sayılı ilam örneğinin incelenmesinde; davacısının Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü, davalısının … olduğu, dava konusu taşınmazın Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca davalıya ait tapu kaydının iptali ile 39.600 lira istimlak bedeli karşılığında 26.02.1985 tarihinde davacı adına tesciline karar verildiği ve kesinleştiği, kesinleşen karara göre belirlenen bedelin artırılması davası açılamayacağı, kaldı ki davalı idarenin kamulaştırma işlemleri safhasında gerekli tüm araştırmaları yaptıktan sonra son aşamada ilanen tebligata gidildiğini belgesiyle kanıtladığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmün davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; Özel Dairece; ”…Dosyada bulunan kanıt ve belgelere göre, dava konusu taşınmazın Arsa Ofisi Genel Müdürlüğünce 1979 yılında kamulaştırıldığı, davacılar murisi… … hissesine düşen kamulaştırma bedelinin 12.12.1983 günü ilgili bankaya bloke edildiği, tapu, vergi ve nüfus kayıtları üzerinden ve ayrıca kolluk tarafından yapılan araştırma sonucu davacı murisinin tespit edilen adresine yapılan tebligatın bile tebliğ iade edilmesi üzerine, kamulaştırma işlemlerinin Türkiye genelinde yayınlanan bir gazete de ilan yoluyla tebliğ edildiği anlaşılmıştır. Bu durumda davacı murisine usulüne uygun kamulaştırma tebliği yapılmasına rağmen 30 günlük hak düşürücü süre içinde bedel arttırım davası açılmadığından davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde red kararı verilmesi sonucu itibariyle doğrudur. Ancak; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. maddesinde değişiklik yapan ve 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasanın 21.maddesi ile “kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan tazminat davalarında mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekalet ücretleri bedel tespit davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir. … açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.” hükmünün getirilmiş olduğu gözetildiğinde, vekalet ücretinin maktu olarak hüküm altına alınması gerektiğinden; Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 4. bendindeki (4.650,00-TL red nispi) kelime ve rakamlarının çıkartılmasına, yerine (1.320,00-TL maktu) rakam ve kelimelerinin yazılmasına,,…” gerekçesiyle kararın düzeltilerek onanmasına karar verilmiş ise de davacılar vekilinin karar düzeltme talebinde bulunması üzerine; Özel Dairece; ”… dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; 1979 yılında kamulaştırılan dava konusu taşınmaz ile ilgili olarak, idare tarafından yapılan adres araştırması sonucunda, davacılar murisinin adresinin tespit edilememesi üzerine, kamulaştırma işleminin 13.11.1982 ve 27.11.1982 tarihlerinde gazete ile ilanen tebliğ edildiği ancak, gazete ilanında davacılar murisinin (…) olan isminin (…) olarak yazıldığı gibi, ilanda yer alan parsel numarasının da dava konusu taşınmaza ait olmadığı ve dolayısıyla davacılara ya da murislerine usulüne uygun olarak yapılmış bir kamulaştırma tebligatından ve tamamlanmış bir kamulaştırmadan söz edilemeyeceği, bu durumda da, davacılar tarafından kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemi ile açılan davada işin esasına girilip, bir karar verilmesi gerekirken, yasal olmayan gerekçelerle davanın reddine karar verildiği bu kez yapılan incelemede anlaşıldığından, davacılar vekilinin karar düzeltme isteğinin kabulüne, Dairemizin 20.03.2014 gün ve 2013/23173-2014/7714 sayılı düzeltilerek onama ilamının kaldırılmasına, hükmün yazılı gerekçelerle bozulmasına…” karar verilmiştir.
Yerel Mahkemece önceki gerekçelere ek olarak; dosya arasında bulunan 13.11.1982 tarihli gazete ilanındaki ilan tablosunun en sol başında davaya konu olan parsel numarasının 2897 olduğu ve bu parsel numarasının …’e ait olduğu ve … olarak değil … olarak yazılmış ise de hemen yanında Kazım oğlu ibaresinin bulunduğu, dosya arasındaki Eyüp 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin muris …’e ait veraset ilamının incelenmesinden baba adının Kazım olduğu, bu itibarla gazete ilanındaki … ile davacının murisi …’in aynı kişi olduğu hususunda şüphe olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın kamulaştırma işleminin kesinleşip kesinleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; kamulaştırma, kamu yararı kararı alınmasından taşınmazın edinilmesi aşamasına kadar birden çok idari işlemi gerektirmektedir.
Dava konusu 2897 parsel sayılı taşınmaz hakkında da İmar ve İskan Bakanlığı Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü tarafından kamulaştırma işlemleri 1979 yılında başlatılmış olup, kamulaştırma işlemlerinin tamamlanıp tamamlanmadığının anılan tarihte yürürlükte bulunan 6830 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri uyarınca saptanması gerekecektir.
31.08.1956 tarihli ve 6830 Sayılı Mülga İstimlak Kanununun 7. maddesinde “istimlaki yapacak idare istimlak veya istimlak yolu ile üzerlerinde irtifak hakkı tesis olunacak gayrimenkullerin ve kaynakların hudut, mesaha ve cinsini gösterir ebatlı plan veya krokisini yaptırarak tapu ve vergi kayıtları üzerinden veya haricen yaptıracağı araştırma ile mal sahiplerini ve tapu kaydı yoksa zilyetlerini ve bunların adreslerini tespit ettirir” denmektedir.
Yine aynı kanunun 13. maddesinde tebligat başlıklı hükümde “istimlâki kararlaştırılan yerlerin tapu ve tapu kaydı yoksa vergi kayıtları ile ayrıca haricen yapılacak tahkikatla tespit edilen mal sahibi, zilyet ve diğer alakalılarından ikametgâhı tespit edilmiş olanlara istimlak olunacak gayrimenkulün plan veya ebatlı krokisi, istimlak kararı ve takdir olunan kıymeti ve istimlakin hangi idare lehine yapıldığı ve açılacak davalarda husumetin kime tercih edileceği 15 gün içinde noter marifetiyle tebliğ olunur. Tebligatta Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununu hükümleri tatbik olunur….. “ denilerek
İlan:
A) İstimlaki kararlaştırılan yerin umuma mahsus mahallesinden birine ve belediye dairesi veya köy odasına 15 gün müddetle talik edilmek suretiyle;
B) Gazete çıkan mahallerdeki gazetelerden birisinde evrak hulasalarının 15 gün ara ile en az iki defa neşri suretiyle yapılır….
düzenlemesi vardır.
Diğer taraftan; Anayasa Mahkemesi’nin 2013/3667 sayılı bireysel başvuru üzerine verilen 10.06.2015 tarihli kararında vurgulandığı gibi:
Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Anayasa’nın “Mülkiyet Hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
Anayasa’nın “Kamulaştırma” kenar başlıklı 46. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:
“Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) Ek 1 No.lu Protokol’ün “Mülkiyetin korunması” kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen ve temel öğesinin “kamu yararı” olduğu kabul edilen kamulaştırma, bir taşınmaz üzerindeki özel mülkiyet hakkının, malikin rızası olmaksızın, kamu yararı için ve karşılığı ödenmek koşuluyla devlet tarafından sona erdirilmesidir. Kamu yararı bulunması, kamulaştırma kararının yasada gösterilen esas ve usullerine uyulması, gerçek karşılığın peşin ve nakden ödenmesi kamulaştırmanın anayasal ögeleridir (AYM, E.2004/25, K.2008/42, K.T. 17/1/2008).
Bir taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasını aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur (AYM, E.2002/112, K.2003/33, 10/4/2003).
Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen ve temel öğesinin “kamu yararı” olduğu kabul edilen kamulaştırma, bir taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının, kamu yararı için ve karşılığı ödenmek koşuluyla idarece kaldırılmasıdır. Kamulaştırmanın bir başka tanımlaması ise kamu yararı amacıyla, bir taşınmazın takdir edilen bedeli peşin verilmek üzere malikinin rızasına bakılmaksızın elinden alınmasıdır. Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen kamulaştırma, Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkına getirilmiş anayasal bir sınırlamadır. İdare kendisine Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri kanuna uygun bir biçimde kullanmaksızın taşınmaza elatarak kamulaştırma ilkelerine aykırı davranamaz. Ayrıca hak düşürücü sürelerin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava açma hakkının engellenmesi ve taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi, mülkiyet hakkının sınırlanmasını aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur (AYM, E.2002/112, K.2003/33, K.T. 10/4/2003).”
Anılan Anayasa Mahkemesi kararında “…Sonuç olarak, halen başvurucular adına tapuya kayıtlı taşınmazın, kamulaştırma kararı alınarak başvurucuların anılan taşınmazı satın aldıkları tarihten sonra tapu kaydına “DSİ Genel Müdürlüğünce kamulaştırılacaktır” şerhinin konulmasına rağmen, kamulaştırma işleminin tamamlanmadığı ve taşınmazın bedelinin başvuruculara ödenmediği dikkate alındığında, taşınmaz üzerinde mülkiyet hakları bulunduğu şüphesiz olan başvurucuların, İdare tarafından el atılan ve bedeli ödenmeyen taşınmaz bedelinin ödenmesi amacıyla açtıkları davanın reddine karar verilmesinin mülkiyet haklarını ihlal ettiği sonucuna varılmıştır…”
Somut olaya gelince; 31.08.1956 tarihli ve 6830 Sayılı Mülga İstimlak Kanunu hükümleri uyarınca İmar ve İskan Bakanlığı Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü tarafından dava konusu taşınmazın kamulaştırılması için, tapu ve vergi dairesi müdürlüklerinden adres araştırması yapılıp murisin Aksaray/İstanbul adresinin tespit edildiği, bu adrese çıkartılan tebligatın bilâ tebliğ dönmesi üzerine muhtarlıktan, Belediye fen işleri müdürlüğünden ve Jandarma Komutanlığından adres araştırması istenip sonuç alınamaması üzerine 6830 sayılı Kanunun 13. maddesi gereğince gazete ilanları yaptırılarak, 13.11.1982 ve 27.11.1982 tarihli ilanlar sunulmuştur. Ancak, İdarece 6830 sayılı Kanunun 13. maddesi gereğince taşınmazın bulunduğu yer itibariyle köy odası ya da belediye dairesinde ilan yapıldığına dair belge ibraz edilmemiştir. Öte yandan; Yeni İstanbul Gazetesinde yapılan iki adet gazete ilanlarının yapılan incelemesinde de, 13.11.1982 tarihli gazete ilanında dava konusu taşınmazın parsel numarasının kamulaştırılan taşınmaz parsel numarası olup olmadığı anlaşılamadığı gibi, her iki gazete ilanında da taşınmaz malikinin tam adı yazılmayarak … olan adının … olarak yazıldığı görülmektedir.
Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/5 Esas sayılı dosyasındaki kamulaştırma işlemlerine ait evraklar getirtilmek istenmiş, arşivin yanması nedeniyle dosyanın bulunamadığı, sadece kararın gönderildiği görülmüştür. Yine kamulaştırma bedelinin davacıların murisine ödendiğine dair banka kayıtları idare tarafından dosyaya sunulmamıştır.
O hâlde; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 13, 35 ve 46. maddeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesi ile az yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararları uyarınca somut olay değerlendirildiğinde; davalı idare, kamulaştırma işlemlerini yasal hükümlere göre usulüne uygun olarak yaptığını ve işlemlerin tamamlandığını ispatlamak zorundadır. Oysa, dava konusu taşınmazın kamulaştırma ilanlarının 6830 sayılı Kanunun 13. maddesi açıklamasına uygun olarak yapılmadığı ve yapılan gazete ilanlarından birinde parsel numarasının okunaklı olmadığı, iki gazete ilanında da malikin tam adı-soyadı yazılmadan yapılan ilanen tebligatın Tebligat Kanunu hükümlerine de aykırı olduğu, dolayısıyla davacılara ya da murislerine usulüne uygun olarak yapılmış bir kamulaştırma tebligatından ve tamamlanmış bir kamulaştırmadan söz edilemeyeceği açıktır. Öyle ise; davacıların mülkiyet hakkı gözetilerek usulüne uygun tamamlanan bir kamulaştırma bulunmadığından işin esasına girilerek bir karar verilmesi gereğine değinen Özel Dairenin bozma kararına karşı verilen direnme kararı yerinde değildir.
Hâl böyle olunca; yerel mahkemenin direnme kararının bozulması görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyoruz.


Hukuk Genel Kurulu         2020/625 E.  ,  2021/158 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “muris muvazaası nedeniyle alacak” davasından dolayı, bozma kararı üzerine direnme yoluyla Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen 27.11.2014 tarihli ve 2014/202 E., 2014/577 K. sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulundan çıkan 26.02.2020 tarihli ve 2017/1-1244 E., 2020/228 K. sayılı kararın, karar düzeltme yoluyla incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, Hukuk Genel Kurulunca dilekçe, düzeltilmesi istenen karar ve dosyadaki ilgili bütün belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Hukuk Genel Kurulu bozma kararında yer alan açıklamalara göre, 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesinde sayılan sebeplerden hiçbirisine uygun olmayan karar düzeltme isteminin REDDİNE,
Aynı Kanunun 442/3. ve 4421 sayılı Kanunun 4/b-1 maddeleri gereğince takdiren 490,00TL para cezasının karar düzeltme isteyenden alınarak Hazineye gelir kaydedilmesine,
Harçlar Kanunu uyarınca eksik kalan 10,30TL harcın karar düzeltme talep edenden alınmasına, 25.02.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.

KARŞI OY

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı bedel istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin 27.8.2008 tarihinde vefat eden muris…’nün altı çocuğundan biri olduğunu, murisin hayatta iken çok sayıda taşınır ve taşınmaz mal edindiğini, en son oturduğu Ankara İli, Çankaya İlçesi, 13 parseldeki 9 numaralı evinin bulunduğunu, eski 2798 parsel üzerindeki 500 m2 alanın imar uygulaması ile üzerindeki iki adet binanın yıkılarak 25306 ada 11 parsele dönüştüğünü ve yapılan kat karşılığı inşaat sözleşmesiyle diğer davalılara müvekkilinden gizli olarak satış yapıldığını, davalıların bir kısmının aynı binadan bir kısmının ise hisselerini satarak Etimesgut’tan daire satın aldıklarını, taşınmazın 128/9150 payının davalı …’ye, 128/9150 payının …’ye 86/9150 payının ise …’ye muvazaalı olarak satıldığını, bu işlemler sonucunda davalılardan …, … ve …’nün oturdukları daireleri satın aldıklarını; diğer payların da davalılardan … ve …’in murisi olan müteveffa … ‘ye muvazaalı olarak satıldığını, yapılan satış işlemleri karşılığında hiçbir bedel ödenmediğini ve bu satışların müvekkilinden gizlendiğini, murisin vefatından birkaç ay önce bankadaki 101.000,00TL birikimini davalılardan …’nün eşi dava dışı …’ye aktardığının anlaşılması üzerine bu meblağın tüm mirasçılar arasında pay edildiğini, bu konuda 14.10.2008 tarihli taksim sözleşmesinin imzalandığını, ancak davalıların bu sözleşmeye müvekkilinin tek gözünün görmeyişinden de faydalanarak “…feragat ettiğimizi, babamızın kardeşler arasında adil davrandığını kabul beyan ve taahhüt ederiz” şeklinde hüküm yazdıklarını, bu durumu akşam eve dönünce başkalarının yardımı ile öğrenen müvekkilinin Noterden gönderdiği ihtarname ile bahsi geçen hükmü kabul etmediğini bildirdiğini, ayrıca kök murisin davalılara hülle işlemi ile devrettiği Bodrum’daki bir villa ile Çankaya’da bulunan bir dükkan ile bunlar dışında davalılardan … ve …’ye geçen Ankara ili Çankaya ilçesi 26951 ada 2 parsel 6 nolu daire ile kök muris adına kayıtlı olan tüm taşınmazlar ve tespit edilemeyen sair taşınmazlara ilişkin dava hakları saklı kalmak kaydıyla; bu aşamada tespit edilen ve davalıların oturdukları 25306 ada 11 parsel sayılı taşınmazdaki 10,12 ve 17 numaralı dairelerin üçüncü kişilere devrinin önlenmesi için ihtiyati tedbir kararı verilerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere kök muristen müvekkiline intikal eden tüm taşınır ve taşınmazlar ile ilgili olarak müvekkilinin hissesiyle ilgili işlemlerin tespit ve iptali ile bu hakların müvekkili adına tesciline, olmadığı takdirde anılan hakların rayiç değerinin davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili dava dilekçesindeki talebini açıkladığı 05.01.2010 tarihli dilekçesinde ise; eski 2798 parsel üzerinde toplamda beş konuttan oluşan iki adet gecekondu niteliğinde yapıda davalı beş kardeş oturmakta iken müvekkilinin hakkı gözetilmeksizin toplamda beş evin muris tarafından devredildiğini,1998 yılında ise kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapılarak davalılara üç daire verildiğini, davalıların aralarında anlaşarak bir kısmının para bir kısmının da daire aldığını, dairelerin yeni 25306 ada 11 parseldeki 12,15 ve 17 numaralı bağımsız bölümler olduğunu belirterek, muris muvazaası nedeniyle bu dairelerden davacının payına düşen bedelin hesaplanarak ödenmesini talep etmiştir.
Davalılar … ve … vekili; davaya konu daireler başka kişiler adına kayıtlı olduğundan tüm davalılara husumet yöneltilmesinin doğru olmadığını ve davacı tarafın taksim sözleşmesinin geçersizliğini iddia etmiş olması nedeniyle öncelikle bu konuda bir dava açması gerektiğini, dava konusu dairelerin de muristen daire şeklinde alınmadığını, yıllar önceki arsanın kat karşılığı olarak yükleniciye verildiğini ve bu aşamada murisin çocukları arasında adil ve dengeli bir dağıtım yaptığını, dağıtım sırasında davacının Hoşdere Caddesinde bir daire alacağını ve kardeşleriyle birlikte oturmak istemediğini söylemesi üzerine murisin bu dairenin borcunu ödediğini, mirasçıları arasında ayrım yapmasının kesinlikle söz konusu olmadığını, murisin paylaştırma kastıyla yaptığı devirlerin muvazaalı olarak kabul edilemeyeceğini, davacının iyi niyetli olmadığını, ayrıca tüm mirasçılar arasında geçerli bir taksim sözleşmesi ve ibraname bulunduğunu,14.10.2008 tarihli sözleşmede davacının “…babamızın kardeşler arasında adil davrandığını kabul beyan ve taahhüt ederiz” demek ve altını imzalamak suretiyle bu hususu kabul etmiş iken dava açmasının anlaşılır bir durum olmadığı gibi anılan sözleşmeden dönmeyi gerektirir bir durumun da bulunmadığını, davacının maddi durumunun çok daha iyi olduğunu, köydeki ve diğer taşınmazlarını ne şekilde edindiğini açıklaması gerektiğini, bu husus açıklandığında murisin çocukları arasında ayrım yapmadığının anlaşılacağını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Diğer davalılar …, … ve …; 12.02.2009 tarihli duruşmada imzalı olarak davayı kabul ettiklerini ve davacının davasında haklı olduğunu beyan etmişlerdir.
Yerel mahkemece; davanın muris muvazaasına dayalı bedel istemine ilişkin olduğu, dava konusu bağımsız bölümlerin bulunduğu 11 parsel sayılı taşınmazda murisin payından 85/9150’er payı 13.12.1979 tarihinde davalı …’ye ve davalılar … ve …’in babası olan …’ye satış suretiyle temlik ettiği, kalan 342/9150 payından 128/9150’er payını davalılar … ve …’ye, 86/9150 payını da davalı …’ye 08.11.1985 tarihinde satış yoluyla devrettiği, davalıların 08.12.1994 tarihinde dava dışı yüklenici ile kat karşılığı inşaat sözleşmesi yaparak paylarının karşılığı iki adet bağımsız bölüm maliki oldukları, davalıların savunmasında yer alan taksim sözleşmesinin, muvazaalı bir satışa yönelik dava hakkını ortadan kaldırmayacağı, bu nedenle muvazaa olgusunun değerlendirildiği, olayların olağan akışı ile taraflar ve muris arasındaki beşeri ilişki dikkate alındığında ise murisin sözleşme yapmakta haklı bir nedeninin bulunmadığı, tarafların da taşınmazları aynı anda satın alacak güçlerinin olmadığı ve dolayısıyla murisin çocuklarına yapmış olduğu davaya konu temliklerin muvazaalı olduğu gerekçesiyle davalı … hakkındaki davanın reddine, diğer davalılar hakkındaki davanın ise kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davacı vekili ile bir kısım davalılar vekili tarafından temyiz edilmiş ve Özel Dairece “…Somut olaya gelince; miras bırakanın ölümünden sonra tüm mirasçılarının imzasını taşıyan 14.10.2008 tarihli sözleşmenin 4. maddesinin altındaki ”babamızın kardeşler arasında adil davrandığını kabul, beyan ve taahhüt ederiz” şeklindeki beyana karşı usulüne uygun bir biçimde sahtelik iddiası ileri sürülmemiştir. Bu durumda belirtilen beyanın geçerli olduğunu kabul etmek zorunlu olup, miras bırakanın davacıya da kazandırımlarda bulunduğunun kabulü gerekmektedir. Keza, davalı tanık ifadelerinden davacının aldığı dairenin parasının muris tarafından ödendiği, miras bırakanla çocukları arasında özellikle de davacı ile miras bırakan arasında bir husumetin olmadığı, mal kaçırmak için bir nedenin varlığının ortaya konulamadığı, miras bırakanın gerçek irade ve amacının mal kaçırmak olmadığı, denkleştirme amacıyla hareket ettiği sonucuna varılmaktadır. Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirmeyle yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesi ve oy çokluğu ile bozulmuştur.
Mahkemece, önceki ve karşı oy yazısındaki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararı davalılardan …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmiştir. Hukuk Genel Kurulunca yapılan inceleme sonucunda, direnme kararı Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı bozulmuş, bozma kararına karşı davacı vekilince karar düzeltme isteminde bulunulmuştur.
Uyuşmazlık; 25306 ada 11 parsel sayılı ana taşınmazın geldisi olan 2798 parsel sayılı taşınmazda tarafların ortak murisi…’nün 08.11.1985 tarihinde 256/9150 payını yarı yarıya olmak üzere oğulları … ve …’ye, 86/9150 payını da diğer oğlu …’ye satış suretiyle yapmış olduğu temliklerin gerçekte diğer mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere; irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede, “Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır” hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görünüşünü/intibaını yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanununun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaasının esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile “bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” karar verilmiştir.
Anılan kararın salt adalet duygusu ve kamu vicdanını rahatsız edebilecek sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle değiştirilmesi için yapılan başvuru üzerine Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 16.3.1990 tarih ve 1989/1 E., 1990/2 K. sayılı kararında ise, “…Bu karar toplumun özel koşul ve gereksinimleri dikkate alınarak çıkarılmıştır. Şöyle ki, özellikle küçük kırsal bölgelerde kız çocuklarını mirastan mahrum etmek amacıyla muris, erkek çocuğu ile anlaşarak gerçekte bağışlama istediği malvarlığını, kötüniyetle satış göstermek suretiyle devir işlemini gerçekleştirmektedir. Bunun yanında eşin ölümü veya boşanma sebebiyle yeniden evlenen erkek, önceki eşinden olma çocuklarını sonraki eşin etkisiyle mirastan mahrum etmek amacıyla sonraki çocuklara gerçekte bağışlamak istediği malvarlığını satış göstermek suretiyle onlara intikal ettirmektedir. İşte, 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı esas itibariyle muvazaalı tasarruflar karşısında gerek kız çocuklarını erkek çocuklarla eşit miras hakkına kavuşturmak ve gerekse murisin çocukları arasında eşitliği sağlamak amacıyla çıkarılmış olup, bu düzenlemenin toplumun ihtiyaçlarına cevap verdiği ve hukuk önünde eşitliği sağladığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bu çözüm tarzının değiştirilmesini haklı kılacak hiç bir neden görülmemiştir” şeklindeki açıklamalarla 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının Türk Hukukunda benimsenmesinin sebeplerine de değinilerek, değiştirilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşımaktadır.
Muris muvazaası da öteki nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaalar gibi dört unsurdan oluşur.
a-)Görünüşteki Sözleşme: Miras bırakanın, mirasçıdan mal kaçırmak, onların kendilerinden mal kaçırıldığı yönünde yapacakları itirazları, açacakları davaları önlemek, başka bir anlatımla onları aldatmak için karşı taraf ile anlaşarak, gerçek iradesine uygun düşmeyecek ve hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacak biçimde düzenlediği sözleşmeye görünüşteki sözleşme denir.
b-)Üçüncü Şahısları (Mirasçıları) Aldatmak Amacı: Muris muvazaasına bu açıdan bakıldığında, öteki nispi muvazaalardan farkı mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık anlatımıyla, muris muvazaasında aldatmak isteyen (muvazaalı işlem yapan) miras bırakan, aldatılmak istenen ise mirasçıdır. Oysa muris muvazaası dışında kalan mutlak ve nispi muvazaalarda aldatılmak istenen üçüncü kişinin mirasçı olması şart değildir.
Muvazaalı sözleşme yapıldığı sırada mal kaçırılmak, aldatılmak istenen bir mirasçının veya mirasçıların bulunması, aldatmak amacının (kastının) gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu durumda miras bırakanın ölüm tarihine göre mirasçı olan ve terekeden miras hakkı alması gereken mirasçının, kendisinin henüz mirasçılık sıfatını kazanmadığı tarihte yapılan muvazaalı işleme karşı durarak, muvazaanın tespiti için murisin ölümünden sonra dava açmakta hukuki yararının ve hakkının bulunduğu açıktır. Muvazaalı sözleşmenin yapıldığı tarihte mirasçı olmamasının muvazaa davası açma hakkına hiçbir etkisi yoktur. Esasen bir mirasçı muvazaa nedeniyle açtığı bir iptal ve tescil davası sonunda muris muvazaasının varlığını ispat edip o taşınmazın terekeye dönmesini sağladığı takdirde, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmayıp da, miras bırakanın ölüm tarihinde mirasçılık sıfatını kazanan mirasçı o taşınmazdan pay aldığına göre, kendisine, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmaması nedeniyle dava açma hakkı tanınmaması açık bir çelişki yaratacağı gibi, hukuk mantığına da uygun düşmez.
Miras bırakan sağlığında mallarını mirasçıları arasında, makul ölçüler içerisinde, dengeli bir biçimde paylaştırmışsa, artık mirasçıdan mal kaçırmak, onları aldatmak kastı ve iradesi bulunmadığından, muris muvazaasından söz etmek mümkün olmaz.
Bu gibi temliklerde miras bırakanın amacı mirasçıdan mal kaçırmak değil, mallarını sağlığında mirasçılar arasında pay etmektir. Uygulamada “denkleştirme” olarak da tanımlanan bu paylaştırmanın kabulü için, miras bırakanın tüm mirasçılar arasında paylaştırma yapması, paylaştırmada tam bir eşitlik olmasa dahi makul ve hoşgörü ile karşılanabilecek bir denge kurması gerekir.
Miras bırakan sadece mirasçılardan birine veya birkaçına pay vermişse veya paylaştırmada makul ve hoşgörü sınırlarını aşan bir dengesizlik bulunuyorsa, paylaştırma değil mirasçıdan mal kaçırma amacı üstün tutulmuş sayılacağından, aldatmak unsuru teşekkül edecektir. Bu takdirde de pay almayan veya az pay verilen mirasçı veya mirasçıların dava açmak hakları doğacaktır.
Denkleştirmenin var olup olmadığının, başka bir ifadeyle miras bırakanının mirasçıları arasında paylaştırma kastının bulunup bulunmadığının anlaşılabilmesi için, miras bırakandan tüm mirasçılarına intikal eden taşınır taşınmaz mallar ve hakların araştırılması, tapu kayıtları ve varsa öteki delil ve belgelerin mercilerinden getirtilmesi, taraf tanıklarının dinlenmesi, tarafların tüm delillerinin toplanması, her bir mirasçıya nakledilen malların ve hakların nitelikleri ve değerleri hakkında uzman bilirkişiden rapor alınarak her bir mirasçıya verilen mal ve değerlerin birbirleri ile kıyaslanması gerekir.
c-)Tarafların Beyanları ile İradeleri Arasında İsteyerek Meydana Getirdikleri Uyumsuzluğu Açıklayan Muvazaa Anlaşması: Muris muvazaasındaki muvazaa anlaşması, miras bırakan ile karşı taraf arasında görünüşte yapılan sözleşmenin niteliğini değiştiren sözleşmedir.
Muvazaa sözleşmesi hiçbir şekil koşuluna bağlı değildir. Yazılı yapıldığı gibi çok kez de sözlü yapılabilmektedir. Uygulamada muvazaa anlaşmasının çok zaman gizli sözleşme ile bir arada, hatta onunla iç içe yapıldığı görülmektedir. Ancak gizli sözleşme ile birlikte yapılması muvazaa sözleşmesinin ayrı bir sözleşme olması niteliğini ortadan kaldırmaz.
Gerek “taraf” gerekse “muris muvazaasında” muvazaa anlaşmasının varlığı muvazaanın oluşması için şarttır. Muvazaa anlaşmasını miras bırakan bizzat veya vekili aracılığı ile yapabilir. Miras bırakanın görünüşteki sözleşmeyi bizzat yapması, muvazaa anlaşmasını vekili aracılığı ile yapmasına engel teşkil etmez.
Muvazaa anlaşmasının görünüşteki sözleşmeden önce veya en geç onunla aynı zamanda yapılması gerekir. Daha sonra yapılan sözleşme bu muvazaa sözleşmesini değil, önceki geçerli sözleşmeyi değiştiren ikinci bir sözleşme niteliğini taşır.
d-)Gizli Sözleşme: Muris muvazaasının son unsuru, tüm nispi muvazaalarda olduğu gibi gizli sözleşmedir. Miras bırakan malını bağış yoluyla devretmek istemekte, bu iradesine uygun bir sözleşme yapmaktadır. Ne var ki, bu sözleşmeyi gerçek iradesine uygun olmayan başka nitelikteki bir sözleşmenin arkasına gizlemektedir. Gerçek iradesine uygun olmayan, bilinen ve açıklanan sözleşmeye “görünüşteki sözleşme”, gerçek iradesine uygun olan, ancak saklanan, gizli kalan sözleşmeye de “gizli sözleşme” denmektedir.
Muris muvazaasında gizli sözleşme daima bağış sözleşmesi şeklinde yapılmaktadır. O hâlde muris muvazaasında öteki mirasçılardan gizlenen, malın temliki değil, temlik sözleşmesinin niteliğidir. Gizli sözleşme bulunmadığı takdirde muris muvazaasından söz etme olanağı yoktur.
Bu noktada; görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli sözleşme de şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar resmi sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersizliğinin tespitini ve tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Saklı pay sahibi olsun veya olmasın, her mirasçı mirastan mal kaçırmak amacıyla miras bırakan tarafından yapılan muvazaalı sözleşmenin geçersizliğinin tespitini, bu sözleşmeye dayanılarak bir tapu kaydı oluşmuşsa tapu kaydının iptali ile pay oranında adına tescilini veya eski hâle getirilmesini (terekeye döndürülmesini) isteyebilir. Mirasçı, muvazaalı sözleşmenin dışında kaldığından ve ona karşı koyduğundan üçüncü kişi durumundadır. Her ne kadar mirasçı muvazaalı sözleşme yapan kişinin ardılı (külli halefi) ise de miras bırakan muvazaalı sözleşme yaparak kanunen kendisine intikal etmesi gereken miras hakkına mani olup onun tamamını veya bir bölümünü başkasına intikal ettirdiğinden, bu sözleşmeye karşı koymakta, onun geçersizliğini istemektedir.
Görülüyor ki, miras bırakanın iradesi ile mirasçının yararı çatışmaktadır. Bir bakıma mirasçı kanuni hakkını miras bırakana karşı korumaya çalışmaktadır. Miras bırakanın iradesine karşı dava açmaktadır. Bu itibarla muris muvazaası davasında mirasçının üçüncü kişi sıfatıyla hareket ettiği kuşkusuzdur.
Elbette miras bırakan saklı pay dışındaki mallarını kanunların öngördüğü biçimde serbestçe tasarruf etme ve başkasına dilediği gibi temlik etme hakkına sahiptir. Ancak mallarını kanuna uymayan şekilde temlik ettiği takdirde, öldükten sonra zarar gören mirasçının bu tasarrufa karşı koyma, geçersizliğinin tespitini isteme hakkının bulunduğunun da kabulü gerekir.
Öteki deyişle, miras bırakanın nasıl ki saklı pay dışındaki mallarını kanuna uygun biçimde devretme hakkı varsa, mirasçının da miras bırakanın kanuna aykırı biçimde düzenlediği ve kendisini miras hakkından yoksun bırakan hukuki tasarruflarına karşı koyma, yapılan temlik ve tescilin iptalini isteme hakkı vardır.
Asıl olan miras bırakanın terekesinin kanunlarda öngörülen şekilde mirasçılarına intikal etmesidir. Miras bırakanın saklı pay dışındaki mallarda dilediği gibi tasarruf etme hakkı varsa da, bu temliki yaparken kanunlarda öngörülen şekil koşuluna uymak zorundadır. Şekil koşuluna uyulmadığı takdirde, kanun gereği malik olacak mirasçının şekil noksanlığından dolayı bu temlikin iptalini istemekte hukuki yararı vardır.
Bununla birlikte, miras bırakan bağış sözleşmesini görünüşte satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi gibi ivazlı bir sözleşme arkasına gizleyerek, mirasçının saklı payını da temlik etmiştir. Miras bırakanın bu kötü niyeti ve onunla işbirliği içerisindeki karşı tarafın kötü niyete dayanan hakkı kanun tarafından korunamaz.
Muris muvazaası davası açacak kişinin muvazaalı sözleşme yapan miras bırakanın mirasçısı olması yeterlidir. Saklı pay sahibi mirasçı olması gerekmez. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir.
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 16.06.2010 tarih ve 2010/1-295 E. 2010/333 K. sayılı ve 21.03.2019 tarih ve 2017/1-1207 E. 2019/325 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Öte yandan; Hukuk Genel Kurulunun 20.04.2011 tarih ve 2011/1-44 E. 2011/203 K. Sayılı kararında da “…Her ne kadar Özel Daire bozma ilamında, açıkça dile getirmemişse de, Yerel Mahkemeyi denkleştirme araştırmasına sevk ettiğinden ve ancak muvazaalı işlemlerde denkleştirme kastı varsa muvazaa davası reddedileceğinden, eldeki davada gerçekte miras bırakan tarafından gerçekleştirilen temliki işlemlerin muvazaalı yapıldığı olgusunu zımnen kabul ettiği anlaşılmaktadır…” şeklinde açıklamalara yer verilmiştir.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; her ne kadar mahkemece miras bırakanın malvarlığı araştırılmamış, mirasçılarına yaptığı tüm temlikler ve kazandırmalar kuşkuya yer bırakmayacak biçimde saptanmamış, hatta davacının, dava dilekçesinde haklarını saklı tutarak henüz dava açmadığı ancak murisin davalılara intikal ettirdiğini ada ve parsel numarasıyla belirttiği taşınmaz tapu kayıtları dahi getirtilip incelenmemiş ise de; davalılar …, … ve …’nün, muris muvazaasına dayalı davayı kabul etmeleri, diğer davalıların ise murisin tüm çocukları arasında paylaştırma yaptığını savunmaları, miras bırakanın sağlığında eşi olan davalı …’ye herhangi bir kazandırmada bulunmaması -ve bu hususta aksi beyan-savunma, bilgi-belge de söz konusu olmaması- gözetildiğinde; miras bırakanın tüm mirasçılarını kapsar biçimde paylaştırma yapmadığı, yani denkleştirme amacı olmadığı sonucuna varılmaktadır.
Benzer bir olayda Yargıtay 1.HD.nin 2010/587-2008 sayılı kararında da “… miras bırakanın, sağlığında hak dengesini gözeten, kabul edilebilir ölçüde ve tüm mirasçıları kapsar biçimde bir paylaştırma yapması halinde mal kaçırmak kastından söz edilmeyeceğinden, olayda 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulanamayacağı kuşkusuzdur. Ne var ki, miras bırakanın çocukları lehine bir takım kazandırmalarda bulunduğu anlaşılmakta ise de, mirasçılarından olan eşi lehine böyle bir tasarrufu bulunmadığı gibi, açıkça feragati olmadığı sürece eşinin çocuklar lehine gerçekleştirilen tasarruflara ses çıkarmamasının, hakkından feragat ettiği anlamına geleceğini söyleyebilme ve böylece tüm mirasçıları kapsayan bir paylaştırmanın varlığını kabul etme olanağı yoktur. Esasen muvazaalı işleme rıza gösterilmesi veya icazet verilmesine hukuken sonuç bağlanamayacağı açıktır…” şeklinde istikrarlı uygulama vurgulanmıştır. Yine aynı Özel Dairenin 2010/1445-3898 sayılı kararında da, “…muvazaalı sözleşme yok hükmünde, en azından geçersiz bir sözleşmedir. Bu itibarla taşınmaz miras bırakanın mal varlığından şeklen çıkmış gözükse de, gerçekten mal varlığı içerisinde kalmaktadır. O halde terekeye dâhil olan bir taşınmazda her mirasçının hakkı (payı) bulunduğu kuşkusuzdur. Bir önceki miras bırakanın (kök miras bırakanın) yaptığı muvazaalı temlik hakkında miraççılardan biri (ara miras bırakan) dava açmasa bile, ölümü ile onun miraççılarının dava açmak hakları mevcuttur. Zira yukarıda da değinilen ilkeler gereğince icazetle veya belirli bir süre geçtiği halde dava açılmaması ile muvazaalı sözleşme geçerli hale gelmez…” biçiminde muvazaaya dayalı davaların her hak sahibi tarafından her zaman açılabileceği açıklanmıştır.
O hâlde; yargılama sırasında ölen ve miras bırakanın eşi olan…, sağlığında dava açmasa dahi dava hakkından vazgeçmiş sayılamayacağından, onun hakkı halefiyet kuralı ile mirasçılarına geçecektir ve mirasçıları da, miras hakkına engel olan kök miras bırakan tarafından yapılan muvazaalı sözleşmenin geçersizliğini ve bu sözleşmeye dayanan tapunun iptalini veya tazminat isteyebilecektir. Yani, davacının annesinden intikal eden paya ilişkin olarak da dava konusu temlikler nedeniyle ayrıca dava açabileceği dikkate alındığında, miras bırakanın yapmış olduğu temliklerde gerçek iradesinin saptanması için tüm mirasçıları itibariyle değerlendirilme yapılması gerektiği açıktır. Murisin eşine yaptığı bir temlik veya kazandırma olmadığına göre de, miras bırakanın davalı oğullarına yaptığı dava konusu pay temliklerinde iradesinin paylaştırma-denkleştirme olmadığı kuşkusuzdur. Kaldı ki; miras bırakanın davacı oğluna da yapmış olduğu bir temliki işlem bulunmadığı gibi, kazandırmada bulunduğuna dair de yazılı bir belge yoktur. Bazı tanıkların, davacının kendine ev satın aldığında bazı taksitlerini murisin ödediğine ilişkin beyanları belge ile doğrulanmadığı gibi, aksi hâlde bile bu yardımların davalılara yapılan temliklerle karşılaştırıldığında murisin paylaşım yaptığı sonucunu doğuracak nitelikle olmadığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Dosyada yer alan 14.10.2008 tarihli “Mirasçılar Arası Taksim Sözleşmesi ve Karşılıklı İbraname” başlıklı belgenin, miras bırakan adına kayıtlı taşınmazların mirasçılarına miras payları oranında intikal edeceği, murisin sağlığında ikamet ettiği taşınmazın mirasçılarına kayden intikal ettirileceği, ancak eşi…’nin burada ölene kadar bedelsiz oturacağı ve mirasçıların ortaklığın giderilmesi davası açmayacakları, terekeye borçlu bazı davalıların borçlarını ödemeleri ve murisin sağlığında gelinine aktardığı paradan murisin ölümü nedeniyle yapılan giderler düşüldükten sonra kalan 88.000,00TL’sının miras payları oranında taksim edildiği ve gelin …’in ibra edildiğine ilişkin düzenlenmiş olup, bundan sonra satır arası verilip satır başından “feragat ettiğimizi, babamızın kardeşler arasında adil davrandığını kabul beyan ve taahhüt ederiz” şeklinde yazılan cümlede, miras bırakanın sağlığında çocuklarına hangi anlamda (maddi-manevi) adil davrandığı belirtilmediği gibi, dava konusu veya dava dışı temliki işlemler veya kazandırmalar da yazılmamıştır. Davacı ile davalılardan Neşe tarafından iki gün sonra 16.10.2008 tarihli noterden keşide edilen ihtarname ile de anılan cümleye karşı bu hususlara değinerek murisin sağlığında saklı paylarını gözetmeksizin yaptığı menkul ve gayrımenkullerle ilgili haklarını saklı tuttukları bildirilmiştir. Aslında bu belge miras bırakanın satışa ihtiyacının olmadığını, bankadaki parasını davalı …’in eşine aktarmış olmasının aralarındaki yakınlığı yani kayrılmayı göstermektedir.
Paylaştırma savunması, murisin dava konusu pay temliklerini bedelsiz olarak yaptığı, yani işlemler satış olarak gösterilmiş ise de gerçekte bağış olduklarının ikrarıdır, sadece bu işlemlerin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı olmayıp mirasçıları arasında denkleştirmek için yapıldığından 01.04.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanamayacağını içerir. Davalılar da paylaştırma savunmasında bulunmuşlar ve yukarıda açıklandığı üzere de denkleştirmeyi kanıtlayamamışlardır. Temlik dışı mirasçılar olup, murisin çekişmeli pay temliklerinin paylaştırma amaçlı olmadığı sabittir. Davalıların böyle bir savunma yapmamış olmaları durumunda dahi temlik tarihi itibariyle alım güçlerinin bulunmadığı açıktır. Miras bırakanın aynı tarihte davalılara pay temliki yapmasında haklı ve makul bir nedeninin bulunmadığı, temlik tarihinde gelir sahibi olup, mali durumunun iyi olduğu, satıma ihtiyacının olmadığı, davalılarla yakın ilişkilerinin bulunduğu tartışmasızdır. Bir kısım davalılar da açıkça davacının davasında haklı olduğunu belirterek davayı kabul etmişlerdir. Öyle ise, diğer davalıların satış bedeli ödemeksizin edindikleri çekişmeli paylara ilişkin satış işlemlerinin terekeden mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu, yani muris muvazaası ile illetli olup, geçerli olmadığına ilişkin yerel mahkeme direnme kararı yerindedir.
Hâl böyle olunca; davacının karar düzeltme isteğinin kabulü ile Hukuk Genel Kurulunun bozma kararının kaldırılmasına ve Yerel Mahkemenin direnme kararı yerinde olduğundan dosyanın miktara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun karar düzeltme isteğinin reddi kararına katılamıyoruz.


Hukuk Genel Kurulu         2017/449 E.  ,  2021/161 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Banaz Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalılar vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 3. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin dava dışı …’den 06.03.1975 tarihinde haricen 15.000TL’ye satın aldığı 791 parsel sayılı taşınmazın kadastro çalışmaları sonucunda dava dışı … adına tespit gördüğünü, …’in taşınmazı davalıların babası …’a sattığını, davacının … aleyhine açtığı tapu iptali ve tescil davasının mahkemece kabul edilerek müvekkili adına tesciline karar verilmesine rağmen, mahkeme kararının tapuya bildirilmemesi nedeniyle davalıların murisi …’un taşınmazı …’a, ardından …’un …’a, daha sonra…’ya ve…’ya satıldığını ileri sürerek, taşınmazın değeri karşılığında şimdilik 10.000TL’nin davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiş, ıslah ile 131.216.85TL’nin davalılardan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar Cevap:
5. Davalı … cevap dilekçesinde; davanın zamanaşımına uğradığını, davacının dava konusu taşınmazda zilyetliğinin bulunmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı … aşamalardaki beyanlarında davanın reddini talep etmiştir.
Davalılar vekili, son celse yargılamaya dâhil olmuş ve davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Banaz Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.12.2014 tarihli ve 2014/186 E., 2014/500 K. sayılı kararı ile; davanın kabulü ile 131.216,85TL’nin (sebepsiz zenginleşmeden kaynaklanan alacağın), dava tarihi olan 29.01.2014 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müteselsilen tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:

7. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 3. Hukuk Dairesince 20.10.2015 tarihli ve 2015/4713 E., 2015/16234 K. sayılı kararı ile;
Davalılar vekilinin sair temyiz itirazları yerinde görülmeyerek,“…Ancak, davacının uğradığı zararın tazminini davalıdan isteyebilmesi için ifanın imkânsız hale geldiği tarih itibariyle rayiç değerin hesaplanması gerekmektedir.
Davacının, tapu iptal – tescil kararının kesinleştiğini öğrendiği 22.06.2012 tarihi itibariyle zararın tazminini isteme hakkı doğduğu anlaşıldığına göre, bu tarihten sonra 20.01.2014 dava tarihi itibariyle belirlenen değere karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu durumda, ifanın imkânsız hale geldiği 22.06.2012 tarihi itibariyle dava konusu taşınmazın rayiç değerinin hesaplanarak tespit edilmesi gerekmektedir.
Mahkemece; davacıdan 22.06.2012 tarihinde veya bu tarihe yakın tarihlerde dava konusu taşınmaza emsal nitelikteki taşınmazların satış değerleri ile ilgili delilleri sorularak, gerekirse bilirkişi kurulundan emsal satış sözleşmelerinin temini istenmek suretiyle davacının uğradığı zararın belirlenmesi amacıyla alınacak rapor sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir,…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Banaz Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.03.2016 tarihli ve 2016/34 E., 2016/89 K. sayılı karar ile; önceki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı tarafın zararının belirlenmesi açısından dava konusu taşınmazın rayiç değerinin 29.01.2014 olan dava tarihine göre mi; yoksa ifanın imkânsız hâle geldiği 22.06.2012 tarihine göre mi tespit edilmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.

III. ÖN SORUN
12. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle; davalılar vekilince bozma kararından sonraki duruşmaya meslekî mazeret bildirilip belge sunulmasına rağmen, mahkemece bu mazeret hakkında belge sunulmadığından bahisle reddine karar verilip, aynı celse direnme hükmü kurulması nedeniyle mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 429/2. maddesine göre davalı tarafın bozma kararına karşı diyecekleri sorulmadan direnme kararı verilmesinin usul hükümlerine uygun olup olmadığı ve kararın belirtilen bu usulî nedenle bozulmasının gerekip gerekmediği hususu ön sorun olarak tartışılıp değerlendirilmiştir.

IV. GEREKÇE
13. Öncelikle “hukuki dinlenilme hakkı” kavramı üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Usulüne uygun olarak taraf teşkil edilmeden bir davada karar verilemeyeceğine ilişkin kural, hukuki dinlenilme hakkının bir unsuru olarak düzenlenmiştir. İddia ve savunma hakkı olarak da ifade edilir. Hukuki dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkının medeni usul hukukundaki görünümüdür. Usulü nitelikte bir genel haktır. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesindeki adil yargılanma hakkının bir unsurudur (Pekcanıtez, H.: “Hukuki Dinlenilme Hakkı”, Prof. Dr. Seyfullah Edis’e Armağan, İzmir 2000, p. 753-791, s. 753-754.) Silahların eşitliği ilkesi ile de ilişkilidir.
14. Bilindiği üzere, çekişmeli yargıda kural olarak duruşma yapılması zorunludur. Buna göre hâkim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hâkim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
15. Taraflar duruşmaya çağrılmadan, diğer bir deyişle; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur.
16. Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan Anayasa’nın 36. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece taraflar dinlenmek üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır. Aksi hâlde savunma hakkının kısıtlanmış sayılacağı gerek öğreti, gerekse yargısal kararlarda tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Kuru, B: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, Cilt II, s.1876 vd).
17. HMK’nın “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Buna göre mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukuki dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Taraflara hukuki dinlenilme hakkı verilmesi anayasal bir haktır. Anayasa’nın 36. maddesine göre teminat altına alınan iddia ve savunma hakkı ile adil yargılanma hakkı, hukuki dinlenilme hakkını da içermektedir. Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde de hukuki dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukuki dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir.
18. HMK’nın 27. maddesi hükmüne göre:
“(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir”.
19. Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Her yargılama süresi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
20. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
21. Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir.
22. Üçüncü unsur ise, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de kararların gerekçesinde yapılması gerekir.
23. Mahkemenin bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlayıp dinlemesi 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile HMK’ya eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan HUMK 429. maddesinin amir hükmü gereği zorunludur.
24. Nitekim, bozma kararı sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen HUMK’nın 429. maddesinin ikinci fıkrasında “…Mahkeme, temyiz edenden 434’üncü madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir” hükmü öngörülmüştür.
25. Bu açık hüküm karşısında yerel mahkemece Özel Dairece verilen bozma kararından sonra duruşma açılmış, ancak davalılar vekilince mazerete belge eklenmesine ve tebligat gideri için de masraf yatırılmış olmasına rağmen “Davalı vekilinin mazeretinin, mazeretine belge eklememesi nedeniyle reddine karar verildi” şeklinde duruşma tutanağında ara karar oluşturulması ve direnme kararı verilmesi maddi bir hataya dayalı olsa da, açıkça usul ve yasaya aykırı olup davalı tarafın savunma hakkını ihlâl eder niteliktedir. Bu durumda yasal düzenlemelere uygun şekilde oluşturulmuş bir direnme kararının varlığından söz edilemez.
26. Mahkemece yapılacak iş; davalılar vekilinin usulüne uygun bir şekilde yeniden duruşmaya davet edilip, bozmaya karşı varsa diyecekleri sorulduktan sonra karar vermekten ibarettir.
27. Diğer taraftan gerekçeli karar başlığında, dava tarihi 29.01.2014 olduğu hâlde 27.01.2016 olarak gösterilmesine ilişkin yanlışlık, mahallinde düzeltilebilir maddi hata niteliğinde bulunduğundan ayrıca bozma nedeni yapılmamıştır.
28. Hâl böyle olunca; yukarıda açıklanan nedenlerle ve salt bu usulî eksikliğe dayalı olarak direnme kararının bozulmasına, bozma nedenine göre davalılar vekilinin işin esasına yönelik temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına karar vermek gerekmiştir.
V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle, direnme kararının 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Bozma neden ve şekline göre davalılar vekilinin işin esasına yönelik temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25.02.2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

 

 

Samsun Tapu İptali ve Tescil Avukatı